4 Haziran 2016 Cumartesi

İSTANBUL’A 1874 YILINDA 28 YAŞINDA GELEN İTALYAN SEYYAHIN İSTANBUL HATIRATINDAN ANTROPOLOJİK KESİTLER
Ermenilerin mahalleleri açık kül renkli, Rum mahalleleri koyu kurşuni renkli, Yahudi mahalleleri ise mor renkliydi. At hala “insanın yegane arabası”olduğundan, sokaklarda  binlerce süvariye rastlanıyor  ve şehrin her tarafından geçen orduya ait uzun kervanlarla hecin devesi dizileri şehre eski bir Asya merkezinin azametli ve vahşi havasını veriyordu. öküzlerin çektiği yaldızlı arabalar, Bulgar ve Ermeni işçiler, deniz yoluyla Ege mabetlerinin sütunları, kara yoluyla da Buda ve Peşte kiliselerinin enkazı getirilirken, Mısır’dan gelmiş granit ve Paros’tan gelmiş mermer bloklarıyla camilerin inşaatında çalışıyorlardı.
ERMENİLER
Daima Türklerle meşgul olduğumdan reaya(vergi veren halk) denen halkı teşkil eden üç dini temsil eden milleti, Ermeni, Rum ve Yahudileri inceleyen İtalyan subay 1874 yılında bilhassa ruh ve iman bakımından Hrıstiyan, doğuş ve cismaniyet bakımından Asya Müslümanı olan Ermenileri Türklerden ayırmak da güçtür. Türk gibi giyinirler, görünüş itibariyle Türklerden farklı değiller. Çoğu uzun boylu, güçlü kuvvetli, açık tenliler, hal ve tavırları ağırdır, yüzlerinde karekterlerinin iki özelliği var, zeki, canlı, hünerli, anlayışlı oldukları için ticarete olağan üstü yatkınlar ve başkalarına göre Macaristan’dan Çin’e kadar her yere sokulmaya ve bilhassa Türklere hoş görünmeye muvaffak olurlar. Kendilerini munis bir tebaa ve hürmetkar dost olarak Türklerin itimadını kazanmışlar. Kavgacılıkla, kahramanlıkla alakaları yoktur. Bununla birlikte bazıları aslen, geldikleri Asya tarafından değilmişler ve orada oturan kardeşlerinin aslının kendilerinden tamamen farklı olduğu hususunda teminat veriyorlar. Fakat buraya Boğaz’ın öbür yanından nakledilmiş olanlar hakikaten yumuşak huylu ve ihtiyatlı (tedbirli), mütavazi hayat süren, işinde gücünde ve söylenene göre İstanbul’da yaşıyan her halktan daha fazla dindardırlar.
Türkler Ermenilere “İmparatorluğun develeri” derler. Frenkler ise her Ermeninin dünyaya iyi hesap bilen olarak geldiğini söylerler. Hadiseler bu iki görüşü büyük ölçüde doğrulamıştır.
Fiziki güçleri, pırıl pırıl zekaları ve teşebbüs kabiliyetleriyle, İstanbul’da  bir çok  mimar, mühendis,doktor, sabırlı ve marifetli sanat erbabından başka çoğu Ermeni olan hamallarla büyük sarraflar vardır. İlk Bkışta İstanbul’da bir Ermeni topluluğunun bulunduğu kimse fakedemez.
YAHUDİLER
 Yahudi kadınlarına gelince,Fas’ı gördükten sonra İstanul Yahudilerinin  Kuzey Afrika sahillerinde yaşıyan  Yahudilerle hiç alakalarınınolmadığınsöyleyebilirim.
Kuzey Afrika Yahudilerinde İbrani güzelliğinin ilk doğulu tipini bütün saflık içinde gördüklerine inanırlar. Yahudilerin alameti farikası(ayırt edilmesine neden olan belirti, iz ve nişan olarak gösterilen  düzgün ve ince hatlı yüzleri ve o yumuşak tevekkül eden yani Allah’ teslim olmuş havalarıyla birlikte; badem gözleri tatlılık ve zarafet doludur.
Rebeka ile Raşel’in hayal meyal profillerini; bir kapının eşiğinde durmuş, ince, uzun elini, kıvır kıvır saçlı bir çocuğun başına dayamış zarif ince yüzlerini gördüm, fakat çoğunda ancak ırkın bozulma, işaretlerini gözlemledim. Bu yorgun yüzlerle, bir yıl önce Tanca ve Fas’da görüp hayran olduğum ateşli gözler, olağan üstü renkler ve göz dolduran şekiller arasında ne büyük fark var! Zayıf, sapsarı benizli ve dermansız erkekler içinde böyle. İstanbul Yahudilerinin zilletini Türklerin üstüne yıkmalarını bekliyorum fakat Babiali’deki bütün gayrı Müslimlerin Yahudilerle aynı siyasi ve medeni şartlar içinde olduklarını söylemek kafidir.
RUMLAR
Ermenileri şöyle bakınca tanımak ne kadar güçse , Rumları kıyafeti hesaba katmadan bile tanımak o kadar kolaydır, görünüşleri ve yüzleri Osmanlı halkların diğer tebalarından, bilhassa Türklerden çok farklıdır. Türk sakindir, kimseye bakmaz ve kendisine bakıldığının farkında değilmiş gibi durur. Rum aksine, çok canlıdır ve gözlerindeki, dudaklarındaki bin gizli hareketle ruhunda olup biten herşeyi açığa vurur; başını bir vahşi at gibi sallar; yüzünde genç bazen çocuksu kibir vardır; bakıldığını görürse, kendisine çeki düzen verir; bakılmazsa kendisini göstermeye çalışır, baştan aşağı kurnazlık ve hırs içindedir; kafasında kötü bir şey geçtiği zaman bile sevimlidir, para kesenizi istemesenizde, seve seve yardım edersiniz. Aynı farklılık Rum kadınlarıyla doğulu diğer kadılar arasında da göze çarpar. Ruha hitap etmekten çok daha fazla duygulara tesir eden taze ve çiçek gibi Türk ve Ermeni kadınların arasında, şükranla karışık hayranlıkla,Rum kadınların düşünce dolu iki gözle aydınlanmış zarif ve temiz yüzleri hemen seçilir. Her bakışları hem muhteşem hemde hafif olan vücutlarını hareme götürmekten çok bir heykel kaidesinin üzerine koymak için kollarınıza alıp sarmak istersiniz.
TÜRKLER
İstanbul’un erkek milletinin dış görünüşü; kuzey şehirlerinde oturanlar üstünkörü bakan bir Akdenizli üzerinde aynı tesiri uyandırabilir. Türkler uzak ve müphem bir şeyi düşünen insan gibi görünürler. Hepside sabit bir fikre dalmış filozoflara veya farkına varmadan yürüyen uyur gezerlere benzerler, daima uzağa bakarlar, içine kapalı yaşamaya alışmış insanlar gibi gözlerinde ve dudaklarında  belli belirsiz hüzn ifadesi vardır. Hepsinde aynı vakar aynı ağır tavırlar, aynı bakış ve hareket görülür. Paşadan seyyar satıcıya kadar, hepside aynı terbiyeyi almış ve bir çeşit aristokrak vakarla sarılmış asilere benzerler, ilk  bakışta kimse, kılık kıyafet farkı olmasa, İstanbul’da ayaktakımı bulunduğunu aklına getiremez. Hemen hepsinin görünüşü ifadesizdir, yüzlerine bakınca ne içlerinden geçenler anlaşılır nede düşünceleri. Türklerde her yüz muammadır! Bakışları sorar,ama cevapsız bırakır; ağızları kalplerinde olan hiçbir şeyi ele vermez.
Güzel ve kuvvetli olan Türk ırkının asıl çizgileri ancak, zaruret icabı veya din duygusuyla atalarının sadeliğini muhafaza eden aşağı tabakada bozulmamış olarak kalmıştır. Bu tabakada sırım gibi vücutlar, güzel başlar, pırıl pırıl  canlı gözler, kartal gagası şeklinde burunlar, çıkıntılı çene kemikleri ve bütün insan yapısında kuvvetli ve cesur olan bir şey görülür.
Bozulmanın eski ve yabancı kan karışımının daha çok olduğu diğer sınıflardaki Türklerin çoğunun aksine, vücutları hantal başları küçük, alınları basık, gözleri donuk, dudakları sarkıktır. Eski Türkler, islahatçı Türk denen bu ne olduğu anlaşılmayan, renksiz, tatsız yaratık arasındaki fark. Milli karakteri olduğu gibi muhafaza etmiş bu kısımdaki halka karışmak ve haliyle anlaşmak çaresi yoktur. Hakikaten dış görünüşe göre, İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en medeni ve en namuslu halkı gibi görünür.
İstanbul’un en ıssız sokaklarında bile bir yabancının tecavüze uğraması tehlikesi yoktur, kapılarda, pencerelerde, dükkanlarda kadın sesi hiç duyulmaz, fuhuş, uygunsuz bir hareket hiçbir şekilde görülmez, yolları meşgul eden toplanmalar yoktur, elleri, yüzleri, ayakları temizdi; yırtık elbiseli insan azdır. Bütün sosyal sınıflar arasında genelde ve karşılıkı hürmet görülür. Bozulma içtedir. İki cinsin arasındaki ayrılıklar gizlenmiştir; tembelliğin adı sükunettir (yani durgunluktur) ,vakar gururun maskesidir.
Seyyah şöyle diyor: hiçbir Türk’ün aklına Müslüman Avrupa’nın Çanakkale’den Tuna’ya  kadar Hrıstiyanlar tarafından zaptedilmiş olabileceği ve zaptedilebilceği gelmez. Bizim medeniyetimiz övülünce, kendi hakimiyetlerinden bahsederler. Irk olarak gururlu, Avrupa’nın fethi Allah’ın emriydi; Allah’ın Türkleri sevdiğine işaret olarak, bu  yeryüzü imtiyazında hükümdarlığına tayin etmiştir inancına sahipler. Kafirlere karşı duydukları dini küçümseme, askeri üstünlükleri, ikinci bir tabiat haline gelmiş kayıtsızlıkları, diğer yandan Avrupa medeniyetini kabul eden ve onların gözünde Avrupa’nın bütün Osmanoğullarının içine düştüğünü görmek istediği hali temsil eden sınıfta, çat pat Fransızca konuşan ve camiye gitmeyen paltolu, eldivenli, kardeşlerinde kendilerini makul şekilde değiştirecek örnek görüyorlar. Eski Türk şimdilik Frenkleri taklit eden, bütün milli gelenekleri hor gören,  tembel, kabiliyetsiz, itikatsız, açgözlü bir sürü memurla atalarından çok daha az değerli olacağı belli, küstah ve bozulmuş bir çeşit yaldızlı gençlikten başka bir şey görmüyor. Onlar gibi giyinip onlar gibi yaşamak, eski Türk için medeni olmaktır.
Müthiş askerliği ve barbar (yabancı manasınada gelir) zalimliği ile beraber “Asyalı sert tabiatı “kalır. Bunun için savaşmadığı zaman Türkü çok yumuşak karekteri vardır dense yeridir. Tatar, ruhunun derinliğinde büzülüp uykuya dalmış gibidir; sosyal hayat onun içindeki eski bozkır ve çadır insanını biraz yontmuştur. Fikri bakımdan, şehirde hala, bir halkın içinde ama düşüncesiyle yalnız olrak, hemen hemen kabilesinde yaşadığı yaşar. Türklerde hakiki bir cemiyet yani toplu yaşama hayatı yoktur. Erkekler kendi aralarında toplanırlar, birbirlerine bağlanmazlar. Konuşmaları hemen hemen yüzeyseldir ve ekseriya maddi olarak lüzumlu olan şeylerden bahsederler. Aşk ağıza alınmaz, eedebiyat birkaç kişinin imtiyazıdır, ilim bir efsanedir, siyaset aşağı yukarı her zaman isimlerden ibarettir.
Türk Ermeniyi hoş görür, Yahudiyi küçümser, Rum’dan nefret eder, Frenkten şüphelenir, kendisine faydalı olabilecek Avrupalılardan istifade eder; faydasını gördüğü maddi yenilikleri kabul eder; kendisine verilen medeniyet derslerini kımıldamadan dinler; kanunlarını, usullerini ve adetlerini değiştirir, bizim felsefi vecizelerimizi kusursuz şekilde tekrarlamayı öğrenir; kıyafetini değiştirir, süslenir püslenir, fakat içinden değişmez, yenilmez bir surette aynıdır. İstanbul dahi kısa ikametim sırasında edindiğim fikir budur.
Türk kadınları: seyyah Türk kadınının güzelliğini şöyle tarif etmiş. Bembeyaz yüzlü yani çehreli, kara gözlü, kırmızı dudaklı diyebilirim, çoğunun güzel beyzi yüzleri, az kavisli ufak burunları,oldukça dolgun dudakları, gamzeli, yuvarlak çeneli, uzun ve kuğu boyunlu, ufacık ellidirler. Hemen hepside şişmandır, çoğunun boyu ortanın üstündedir. Eğer bir kusurları varsa, bu da eğilerek  ve sall pati,     birden büyüyen bir çocuk gibi sallana sallana yürümeleridir. Bunun sebebinin aşırı yıkanmanın verdiği gevşeklik ve ayağa uymayan ayakkabı olduğu söyleniyor. Hakikaten küçücük ayaklı olması gereken çok zarif kadınların, Avrupalı bir dilencinin bile burun kıvıracağı erkek pabuçları veya büyük, uzun, geniş ve biçimsiz fotinler giydikleri görülür.  Pek güzel ve son derecede değişik güzellikler görülür, çünkü  Türk kanıyla beraber, Çerkes,Arap ve Acem kanı vardır. Otuz yaşında feracenin saklayamayacağı kadar etli canlı, enine boyuna, iri kara gözlü, ıslak dudaklı, kalkık burunlu durmuş oturmuş kadınlar, bir bakışıyla yüz esirin içini titretecek hanımlar vardır. Bunların yanında ufacık tefecik, tombul tombul kadınlarda vardır, yüzleri,gözleri,burunları,ağızları yumuk yumuktur, öyle sakin, öyle uslu, öyle genç dururlar.
 Orta sınıftan Türk erkeği, iktisat sebebiyle,karısına daha yakındır. Daracık alanda mümkün olan en az masrafla yaşamaya mecbur olan fakir Türk erkeği ise karısı ve çocuklarıyla beraber yer içer ve boş vakitini geçirir. Zenginlik ayırır, fakirlik birleştirir. Fakirin evinde Hristiyan ailesinin hayatıyla Türk ailesinin hayatı arasında gerçek bir fark yoktur. Hiçbir erkek sokağın ortasında bir kadına el kaldırmaya cesaret edemez. Hiçbir asker, bir kargaşalık gürültü patırtı içinde bile, küstah bir mahalle karısına kötü muamele etme tehlikesini göze alamaz. Kovma ve boşanma halinde, koca kadına rahatça yaşayabilmesi için gerekli olan parayı vermeye mecburdur. Ve bu zorunluluk karısına ayrılma hakkını  verecek kötü muamelede bulunmasını önler. Boşanma kolaylığı, iki cinsin ayrı yaşadığı toplumun özel bünyesi sebebiyle, hemen  daima rastgele yapılan evliliklerin acı sonuçlarına çare olur. Kadının boşanabilmesi için az bir hakaret kafidir: kocasının kötü davranması, başkalarıyla konuşurken kendisine hakaret etmesi, karısını ihmal etmesi gibi. Kocasından şikayetçi  olduğu zaman yazılı olarak mahkemeye vermesi yeter. Devlet kimsesiz  ve geliri olmıyan dullara maaş bağlar, çocuk katili olmadıklarını söylerler, ama isteyerek çocuk düşürmeleri için özel müesseseleri vardır, bunları ne addediyorlar? fuhuş yok derler, Hadi canım ! bu yüz defa alınıp satılan bir sürü Kafkasyalı kadının mesleğine başka hangi isim verilebilir? “ Hiç değilse aleni değildir.” derler. Aşkla ilgili konuşma  ve mektuplaşmalar  yüzleri kızaran Türk erkeklerinden öğrenilmez; Hristiyan bir kadın arkadaşına mahremini anlatan saf bir hanımdan öğrenilir.(İstanbul 1874,Edmondo de Amicis)

MODERN HAN
 Osmanlının  yeni çağ yapısı eser  MS 1800lü  yıllarda yapılmış olabilir,  hatırladığım kadarıyla hanın yalnız bir duvar parçası kalmış. 1869 yılı Konya Vilayeti Sal-namesinin 2.cildinde Hanın adı geçmektedir. 1970 li yıllarda sağlam yapı olarak hizmet vermekte idi. Şahsım olarak hangi yılda yıkıldığını bilmiyorum, ama büyük ihtimalle 1980 den sonra yıkılmış olabilir.
Alman seyyah Friedrich Sarre 1895 yılında Ilgın’a ayak basıldığı andan itibaren ilgi çeken bina yan duvarlarının uzaktan görüldüğü. Kocaman “modern han” Küçük Asya’da gördüğüm en büyük kervansaray. Sokağa bakan giriş binasından her iki tarafa da dik açıyla,  iki uzun kanat yapı ayrılıyor ve bu mekanlar geniş bir avluyu çevreliyor. Giriş  katında ahırlar yer alıyor ve yukarı iki katta yani zemin üstü bir ve ikinci katta, oda kapılarının açıldığı ahşap galeriler var.
Her bir oda kapısının yanında bir pencere bulunuyor ama karşıdaki dış duvarda pencere açıklığı yok. Odaların önünden galerilerin merdiven tırabzanına uzanan ve masaya benzeyen çıkıntılarda yolcular yemek pişiriyorlar. O devirde iki katlı olarak kurulan bir han büyüklüğü ile dikkatimizi çekmişti ama hiçbir süslemeye sahip değildi. (Friedrich Sarre, Minor Asya.1895)

1

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder