İSTANBUL’A
1874 YILINDA 28 YAŞINDA GELEN İTALYAN SEYYAHIN İSTANBUL HATIRATINDAN
ANTROPOLOJİK KESİTLER
Ermenilerin
mahalleleri açık kül renkli, Rum mahalleleri koyu kurşuni renkli, Yahudi mahalleleri
ise mor renkliydi. At hala “insanın yegane arabası”olduğundan, sokaklarda binlerce süvariye rastlanıyor ve şehrin her tarafından geçen orduya ait
uzun kervanlarla hecin devesi dizileri şehre eski bir Asya merkezinin azametli
ve vahşi havasını veriyordu. öküzlerin çektiği yaldızlı arabalar, Bulgar ve
Ermeni işçiler, deniz yoluyla Ege mabetlerinin sütunları, kara yoluyla da Buda
ve Peşte kiliselerinin enkazı getirilirken, Mısır’dan gelmiş granit ve
Paros’tan gelmiş mermer bloklarıyla camilerin inşaatında çalışıyorlardı.
ERMENİLER
Daima
Türklerle meşgul olduğumdan reaya(vergi veren halk) denen halkı teşkil eden üç
dini temsil eden milleti, Ermeni, Rum ve Yahudileri inceleyen İtalyan subay
1874 yılında bilhassa ruh ve iman bakımından Hrıstiyan, doğuş ve cismaniyet
bakımından Asya Müslümanı olan Ermenileri Türklerden ayırmak da güçtür. Türk
gibi giyinirler, görünüş itibariyle Türklerden farklı değiller. Çoğu uzun
boylu, güçlü kuvvetli, açık tenliler, hal ve tavırları ağırdır, yüzlerinde
karekterlerinin iki özelliği var, zeki, canlı, hünerli, anlayışlı oldukları
için ticarete olağan üstü yatkınlar ve başkalarına göre Macaristan’dan Çin’e
kadar her yere sokulmaya ve bilhassa Türklere hoş görünmeye muvaffak olurlar.
Kendilerini munis bir tebaa ve hürmetkar dost olarak Türklerin itimadını
kazanmışlar. Kavgacılıkla, kahramanlıkla alakaları yoktur. Bununla birlikte
bazıları aslen, geldikleri Asya tarafından değilmişler ve orada oturan
kardeşlerinin aslının kendilerinden tamamen farklı olduğu hususunda teminat
veriyorlar. Fakat buraya Boğaz’ın öbür yanından nakledilmiş olanlar hakikaten
yumuşak huylu ve ihtiyatlı (tedbirli), mütavazi hayat süren, işinde gücünde ve
söylenene göre İstanbul’da yaşıyan her halktan daha fazla dindardırlar.
Türkler
Ermenilere “İmparatorluğun develeri” derler. Frenkler ise her Ermeninin dünyaya
iyi hesap bilen olarak geldiğini söylerler. Hadiseler bu iki görüşü büyük
ölçüde doğrulamıştır.
Fiziki
güçleri, pırıl pırıl zekaları ve teşebbüs kabiliyetleriyle, İstanbul’da bir çok
mimar, mühendis,doktor, sabırlı ve marifetli sanat erbabından başka çoğu
Ermeni olan hamallarla büyük sarraflar vardır. İlk Bkışta İstanbul’da bir
Ermeni topluluğunun bulunduğu kimse fakedemez.
YAHUDİLER
Yahudi kadınlarına gelince,Fas’ı gördükten
sonra İstanul Yahudilerinin Kuzey Afrika
sahillerinde yaşıyan Yahudilerle hiç
alakalarınınolmadığınsöyleyebilirim.
Kuzey
Afrika Yahudilerinde İbrani güzelliğinin ilk doğulu tipini bütün saflık içinde
gördüklerine inanırlar. Yahudilerin alameti farikası(ayırt edilmesine neden
olan belirti, iz ve nişan olarak gösterilen
düzgün ve ince hatlı yüzleri ve o yumuşak tevekkül eden yani Allah’
teslim olmuş havalarıyla birlikte; badem gözleri tatlılık ve zarafet doludur.
Rebeka
ile Raşel’in hayal meyal profillerini; bir kapının eşiğinde durmuş, ince, uzun
elini, kıvır kıvır saçlı bir çocuğun başına dayamış zarif ince yüzlerini
gördüm, fakat çoğunda ancak ırkın bozulma, işaretlerini gözlemledim. Bu yorgun
yüzlerle, bir yıl önce Tanca ve Fas’da görüp hayran olduğum ateşli gözler,
olağan üstü renkler ve göz dolduran şekiller arasında ne büyük fark var! Zayıf,
sapsarı benizli ve dermansız erkekler içinde böyle. İstanbul Yahudilerinin
zilletini Türklerin üstüne yıkmalarını bekliyorum fakat Babiali’deki bütün
gayrı Müslimlerin Yahudilerle aynı siyasi ve medeni şartlar içinde olduklarını
söylemek kafidir.
RUMLAR
Ermenileri
şöyle bakınca tanımak ne kadar güçse , Rumları kıyafeti hesaba katmadan bile
tanımak o kadar kolaydır, görünüşleri ve yüzleri Osmanlı halkların diğer
tebalarından, bilhassa Türklerden çok farklıdır. Türk sakindir, kimseye bakmaz
ve kendisine bakıldığının farkında değilmiş gibi durur. Rum aksine, çok
canlıdır ve gözlerindeki, dudaklarındaki bin gizli hareketle ruhunda olup biten
herşeyi açığa vurur; başını bir vahşi at gibi sallar; yüzünde genç bazen çocuksu
kibir vardır; bakıldığını görürse, kendisine çeki düzen verir; bakılmazsa
kendisini göstermeye çalışır, baştan aşağı kurnazlık ve hırs içindedir;
kafasında kötü bir şey geçtiği zaman bile sevimlidir, para kesenizi
istemesenizde, seve seve yardım edersiniz. Aynı farklılık Rum kadınlarıyla
doğulu diğer kadılar arasında da göze çarpar. Ruha hitap etmekten çok daha
fazla duygulara tesir eden taze ve çiçek gibi Türk ve Ermeni kadınların
arasında, şükranla karışık hayranlıkla,Rum kadınların düşünce dolu iki gözle
aydınlanmış zarif ve temiz yüzleri hemen seçilir. Her bakışları hem muhteşem
hemde hafif olan vücutlarını hareme götürmekten çok bir heykel kaidesinin
üzerine koymak için kollarınıza alıp sarmak istersiniz.
TÜRKLER
İstanbul’un
erkek milletinin dış görünüşü; kuzey şehirlerinde oturanlar üstünkörü bakan bir
Akdenizli üzerinde aynı tesiri uyandırabilir. Türkler uzak ve müphem bir şeyi
düşünen insan gibi görünürler. Hepside sabit bir fikre dalmış filozoflara veya
farkına varmadan yürüyen uyur gezerlere benzerler, daima uzağa bakarlar, içine
kapalı yaşamaya alışmış insanlar gibi gözlerinde ve dudaklarında belli belirsiz hüzn ifadesi vardır. Hepsinde
aynı vakar aynı ağır tavırlar, aynı bakış ve hareket görülür. Paşadan seyyar
satıcıya kadar, hepside aynı terbiyeyi almış ve bir çeşit aristokrak vakarla
sarılmış asilere benzerler, ilk bakışta
kimse, kılık kıyafet farkı olmasa, İstanbul’da ayaktakımı bulunduğunu aklına
getiremez. Hemen hepsinin görünüşü ifadesizdir, yüzlerine bakınca ne içlerinden
geçenler anlaşılır nede düşünceleri. Türklerde her yüz muammadır! Bakışları
sorar,ama cevapsız bırakır; ağızları kalplerinde olan hiçbir şeyi ele vermez.
Güzel ve
kuvvetli olan Türk ırkının asıl çizgileri ancak, zaruret icabı veya din
duygusuyla atalarının sadeliğini muhafaza eden aşağı tabakada bozulmamış olarak
kalmıştır. Bu tabakada sırım gibi vücutlar, güzel başlar, pırıl pırıl canlı gözler, kartal gagası şeklinde
burunlar, çıkıntılı çene kemikleri ve bütün insan yapısında kuvvetli ve cesur
olan bir şey görülür.
Bozulmanın
eski ve yabancı kan karışımının daha çok olduğu diğer sınıflardaki Türklerin
çoğunun aksine, vücutları hantal başları küçük, alınları basık, gözleri donuk,
dudakları sarkıktır. Eski Türkler, islahatçı Türk denen bu ne olduğu
anlaşılmayan, renksiz, tatsız yaratık arasındaki fark. Milli karakteri olduğu
gibi muhafaza etmiş bu kısımdaki halka karışmak ve haliyle anlaşmak çaresi
yoktur. Hakikaten dış görünüşe göre, İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en
medeni ve en namuslu halkı gibi görünür.
İstanbul’un
en ıssız sokaklarında bile bir yabancının tecavüze uğraması tehlikesi yoktur,
kapılarda, pencerelerde, dükkanlarda kadın sesi hiç duyulmaz, fuhuş, uygunsuz
bir hareket hiçbir şekilde görülmez, yolları meşgul eden toplanmalar yoktur,
elleri, yüzleri, ayakları temizdi; yırtık elbiseli insan azdır. Bütün sosyal
sınıflar arasında genelde ve karşılıkı hürmet görülür. Bozulma içtedir. İki
cinsin arasındaki ayrılıklar gizlenmiştir; tembelliğin adı sükunettir (yani
durgunluktur) ,vakar gururun maskesidir.
Seyyah
şöyle diyor: hiçbir Türk’ün aklına Müslüman Avrupa’nın Çanakkale’den
Tuna’ya kadar Hrıstiyanlar tarafından
zaptedilmiş olabileceği ve zaptedilebilceği gelmez. Bizim medeniyetimiz
övülünce, kendi hakimiyetlerinden bahsederler. Irk olarak gururlu, Avrupa’nın
fethi Allah’ın emriydi; Allah’ın Türkleri sevdiğine işaret olarak, bu yeryüzü imtiyazında hükümdarlığına tayin
etmiştir inancına sahipler. Kafirlere karşı duydukları dini küçümseme, askeri
üstünlükleri, ikinci bir tabiat haline gelmiş kayıtsızlıkları, diğer yandan
Avrupa medeniyetini kabul eden ve onların gözünde Avrupa’nın bütün
Osmanoğullarının içine düştüğünü görmek istediği hali temsil eden sınıfta, çat
pat Fransızca konuşan ve camiye gitmeyen paltolu, eldivenli, kardeşlerinde
kendilerini makul şekilde değiştirecek örnek görüyorlar. Eski Türk şimdilik
Frenkleri taklit eden, bütün milli gelenekleri hor gören, tembel, kabiliyetsiz, itikatsız, açgözlü bir
sürü memurla atalarından çok daha az değerli olacağı belli, küstah ve bozulmuş
bir çeşit yaldızlı gençlikten başka bir şey görmüyor. Onlar gibi giyinip onlar
gibi yaşamak, eski Türk için medeni olmaktır.
Müthiş
askerliği ve barbar (yabancı manasınada gelir) zalimliği ile beraber “Asyalı
sert tabiatı “kalır. Bunun için savaşmadığı zaman Türkü çok yumuşak karekteri
vardır dense yeridir. Tatar, ruhunun derinliğinde büzülüp uykuya dalmış
gibidir; sosyal hayat onun içindeki eski bozkır ve çadır insanını biraz
yontmuştur. Fikri bakımdan, şehirde hala, bir halkın içinde ama düşüncesiyle
yalnız olrak, hemen hemen kabilesinde yaşadığı yaşar. Türklerde hakiki bir
cemiyet yani toplu yaşama hayatı yoktur. Erkekler kendi aralarında toplanırlar,
birbirlerine bağlanmazlar. Konuşmaları hemen hemen yüzeyseldir ve ekseriya
maddi olarak lüzumlu olan şeylerden bahsederler. Aşk ağıza alınmaz, eedebiyat
birkaç kişinin imtiyazıdır, ilim bir efsanedir, siyaset aşağı yukarı her zaman
isimlerden ibarettir.
Türk
Ermeniyi hoş görür, Yahudiyi küçümser, Rum’dan nefret eder, Frenkten
şüphelenir, kendisine faydalı olabilecek Avrupalılardan istifade eder;
faydasını gördüğü maddi yenilikleri kabul eder; kendisine verilen medeniyet
derslerini kımıldamadan dinler; kanunlarını, usullerini ve adetlerini
değiştirir, bizim felsefi vecizelerimizi kusursuz şekilde tekrarlamayı öğrenir;
kıyafetini değiştirir, süslenir püslenir, fakat içinden değişmez, yenilmez bir
surette aynıdır. İstanbul dahi kısa ikametim sırasında edindiğim fikir budur.
Türk kadınları:
seyyah Türk kadınının güzelliğini şöyle tarif etmiş. Bembeyaz yüzlü yani
çehreli, kara gözlü, kırmızı dudaklı diyebilirim, çoğunun güzel beyzi yüzleri,
az kavisli ufak burunları,oldukça dolgun dudakları, gamzeli, yuvarlak çeneli,
uzun ve kuğu boyunlu, ufacık ellidirler. Hemen hepside şişmandır, çoğunun boyu
ortanın üstündedir. Eğer bir kusurları varsa, bu da eğilerek ve sall pati, birden
büyüyen bir çocuk gibi sallana sallana yürümeleridir. Bunun sebebinin aşırı
yıkanmanın verdiği gevşeklik ve ayağa uymayan ayakkabı olduğu söyleniyor.
Hakikaten küçücük ayaklı olması gereken çok zarif kadınların, Avrupalı bir
dilencinin bile burun kıvıracağı erkek pabuçları veya büyük, uzun, geniş ve
biçimsiz fotinler giydikleri görülür.
Pek güzel ve son derecede değişik güzellikler görülür, çünkü Türk kanıyla beraber, Çerkes,Arap ve Acem
kanı vardır. Otuz yaşında feracenin saklayamayacağı kadar etli canlı, enine
boyuna, iri kara gözlü, ıslak dudaklı, kalkık burunlu durmuş oturmuş kadınlar,
bir bakışıyla yüz esirin içini titretecek hanımlar vardır. Bunların yanında
ufacık tefecik, tombul tombul kadınlarda vardır,
yüzleri,gözleri,burunları,ağızları yumuk yumuktur, öyle sakin, öyle uslu, öyle
genç dururlar.
Orta sınıftan Türk erkeği, iktisat
sebebiyle,karısına daha yakındır. Daracık alanda mümkün olan en az masrafla
yaşamaya mecbur olan fakir Türk erkeği ise karısı ve çocuklarıyla beraber yer
içer ve boş vakitini geçirir. Zenginlik ayırır, fakirlik birleştirir. Fakirin
evinde Hristiyan ailesinin hayatıyla Türk ailesinin hayatı arasında gerçek bir
fark yoktur. Hiçbir erkek sokağın ortasında bir kadına el kaldırmaya cesaret
edemez. Hiçbir asker, bir kargaşalık gürültü patırtı içinde bile, küstah bir
mahalle karısına kötü muamele etme tehlikesini göze alamaz. Kovma ve boşanma
halinde, koca kadına rahatça yaşayabilmesi için gerekli olan parayı vermeye
mecburdur. Ve bu zorunluluk karısına ayrılma hakkını verecek kötü muamelede bulunmasını önler.
Boşanma kolaylığı, iki cinsin ayrı yaşadığı toplumun özel bünyesi sebebiyle, hemen daima rastgele yapılan evliliklerin acı
sonuçlarına çare olur. Kadının boşanabilmesi için az bir hakaret kafidir:
kocasının kötü davranması, başkalarıyla konuşurken kendisine hakaret etmesi,
karısını ihmal etmesi gibi. Kocasından şikayetçi olduğu zaman yazılı olarak mahkemeye vermesi
yeter. Devlet kimsesiz ve geliri olmıyan
dullara maaş bağlar, çocuk katili olmadıklarını söylerler, ama isteyerek çocuk
düşürmeleri için özel müesseseleri vardır, bunları ne addediyorlar? fuhuş yok
derler, Hadi canım ! bu yüz defa alınıp satılan bir sürü Kafkasyalı kadının
mesleğine başka hangi isim verilebilir? “ Hiç değilse aleni değildir.” derler.
Aşkla ilgili konuşma ve mektuplaşmalar yüzleri kızaran Türk erkeklerinden öğrenilmez;
Hristiyan bir kadın arkadaşına mahremini anlatan saf bir hanımdan öğrenilir.(İstanbul
1874,Edmondo de Amicis)
MODERN
HAN
Osmanlının yeni çağ yapısı eser MS 1800lü
yıllarda yapılmış olabilir, hatırladığım kadarıyla hanın yalnız bir duvar
parçası kalmış. 1869 yılı Konya Vilayeti Sal-namesinin 2.cildinde Hanın adı
geçmektedir. 1970 li yıllarda sağlam yapı olarak hizmet vermekte idi. Şahsım
olarak hangi yılda yıkıldığını bilmiyorum, ama büyük ihtimalle 1980 den sonra
yıkılmış olabilir.
Alman
seyyah Friedrich Sarre 1895 yılında Ilgın’a ayak basıldığı andan itibaren ilgi
çeken bina yan duvarlarının uzaktan görüldüğü. Kocaman “modern han” Küçük
Asya’da gördüğüm en büyük kervansaray. Sokağa bakan giriş binasından her iki
tarafa da dik açıyla, iki uzun kanat
yapı ayrılıyor ve bu mekanlar geniş bir avluyu çevreliyor. Giriş katında ahırlar yer alıyor ve yukarı iki katta
yani zemin üstü bir ve ikinci katta, oda kapılarının açıldığı ahşap galeriler
var.
Her bir
oda kapısının yanında bir pencere bulunuyor ama karşıdaki dış duvarda pencere
açıklığı yok. Odaların önünden galerilerin merdiven tırabzanına uzanan ve
masaya benzeyen çıkıntılarda yolcular yemek pişiriyorlar. O devirde iki katlı
olarak kurulan bir han büyüklüğü ile dikkatimizi çekmişti ama hiçbir süslemeye
sahip değildi. (Friedrich Sarre, Minor Asya.1895)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder