20 Ağustos 2023 Pazar

SÜMER VE HİTİT ÇİVİ YAZISINDAN ÖRNEKLER

 























ROMA'NIN KURULUŞU VE ESKİ ÇAĞ BİLGİLERİ

 ROMA'NIN KURULUŞU:

Hatti Ülkesi (Anadolu) inde Çanakkale Boğazında bugün Hisarlık denilen yerde harabelerinden çıkarılan eski Troia  kenti prenslerinden Aeneas'ın sülalesi tarafından kurulmuş.

ROMA KRALLARI: İlk kral Romulus, Romulustan sonra Numa Pompilius, 3. kral Tullus Hostilius, 3.kral Tullus Hostilius, 4.Ancus Marcius.

             ROMA'DA ETRÜSK KRALLARI:

   1.Targuiiinius Priscus sonra yerine damadı II.Servius Tullius geçiyor. III.Targuinius Su Perbus kral oluyor.

Roma'nın Dili Latince, Hind-Avrupa dilinden İtalik bir daldır.Roma dahil bütün İtalya ve Akdeniz kavimlerinin müşterek tarihidir.

ROMA Cemaatini, Romalı Yapan "Roma Vatandaşlığı Hukuku"da MÖ I.yüz yılda büütün İtalya halkına verilmiş ve bunlar, böylece Romalı olarak devletin mukadderatına iştirak etmişler.

ROMA Tarihi: Roma kentinin tarihi değil, Roma İtalya ve bütün Akdeniz ülkelerinin büyük "cihan devleti" tarihidir. Roma sistemi şeklinde İtalya'dan dışarı çıktı. MÖ II.yüz Batı Akdeniz hakim

oldu. Ardından Doğu Akdeniz'e hakim oldu. MÖ 44 senesinde bütün Akdeniz dünyaya artık ffilen elinde bulunuyordu.MÖ I. Yüz yılda 600 'ten ta... Fırat boylarına kadar uzanan bir devlet olarak, Akdeniz havzasında ve tarihte ilk kez poiltik alanda bircilik (vahdeti) kurmuş oldu.Roma'nın Cihan Devleti 500 yıl sürdü. Fakat tamamen oluş zamanında hesaba katılırsa görülüyorki, bu devlete tam 1100 yıl devamla yaşama nasip olmuş.

       Doğu ROMA DEVLETİ (BİZANS) Merkez değiştirerek İstanbul(Costantinopolis) bütün kuruluşlarıyla devamı kabul edilirse ki (gerçek budur) Roma Devletinin hayatı binyıl daha sürdü.

Akdeniz de cihan devleti haline gelen Roma'nın eseridir. Avrupa hala onun yarattığı hukuk düzeni içinde yaşamaktadır. 

Roma'da etnik bir vahdet (biricilik) görülmeyen ülkede, kan üzerine değil, vatandaşlık esası üzerine burada herkes buna, Roma Vatandaşıyım hukuki birlik meydane getirdi.Sonra devlet kendi dilinin çevredeki hükümranlığı sayesinde lisan üzerinede biricilik kurdu.Tarihte ilk kez Akdeniz havzasında siyasi alan kuran doğu ve Batı Akdeniz dünya halklarını vatandaşlık ilkesi üzerine bir araya topladıktan sonra kültürel biriciliğe götürdü.Daha doğrusu Roma,Hellenistik kültürü, İtalya,Akdeniz halklarının verdikleri hisselerle yoğurmak suretiyle hellenistik ayrıntıda Akdeniz dünyasında kültür biriciliğini kurmayı başardı.rOMA, Batı dünyasında ve bugüne kadar,Helles yanında Avrupa uygarlığı ve kültürünün ikinci kaynağıdır.(kay:Dr.Halil İnalcık,DTCF)  

                

            ETRÜSKLER VE TÜRKÇE:

Etrüskler İtalyan halkı değil Anadolu veya Ege'den Friglerin deniz yoluyla kovduğu Anadolu halkıdır.

ETRÜSKLERİN Antropolojik Yapısı; geniş omuzlu, kalın boyunlu, kocaman top kafalı (brakisefal)ve küçük boylu insanlar. Bu tanım resimlerde dilleri Anadolu türkçesi onun için Atatürk'ün dediği gibi türkçedir. İtalya'ya kent hayatını sokan Etrüskler yani Türklerin ataları denebilir. Arkeolojik buluntulardan Etrüsklerin MÖ 10..Yüz yılda daha sonra da MÖ 8.Yüz yılda olmak üzere başlıca iki göç halinde İtalya Yarım adasına gelmiş oldukları anlaşılmakta. MÖ I.binin başlarından itibaren İtalya'ya gelen Etrüskler yarım adanın batısında Tiber Irmağı ile Arnus Irmağının sol sahilinin arasında kalan Toscana adını alacak yere çıktılar.Etrüsklerin doğruca buralara gelişlerinde belkide buraların madenleri bilhassa bakır bakımından zenginliği rol oynamış olabilir. Belkide gemici ve savaşçı kişiler olarak buralara gelen Etrüskler kurdukları eski halkı kendilerine bağlamışlar veburaların efendileri olarak beraber yaşamışlar.(kay: dr. prf. Halil Demircioğlu C.I,s.16-17)

   

                SUMERLİLERİN ASIL YURDU:

MÖ 4.binin ortalarında Mesopotamya'ya geldikleri kabul edilen Sumerlerin asıl yurtlarının neresi olduğu kesin bilinmemektedir. Mesopotamya Sumer,Babil, Asur,Akad,Elam ve Arami gibi eski ve büyük uygarlıkların doğduğu ve geliştiği uygarlıkların coğrafi sınırları ise güneyde Basra Körfez. kuzeyde güney-doğu Toros Dağları,Doğuda Zagros Dağları, Batıda Suriye çölü ve Arapistan çölü ile çevrilidir.

Asur Bilimci Yahudi soylu Meyer diyor ki Sumerler dini, Samilerden öğrendiler. Ayrıca Sumerde eğitim paralı idi.

SUMERLER MESOPOTAMYA ya Bahreyn'in  İNCİ Adasından geldiklerini. İnci Adasının Mesopotamya'ya ni Sumer kültür merkezine yakın Alman Yahudisi Lands Berger. Birde Sumerlerin anayurdu Orta Asya diyen, Çek bilgini Hrozny'dir. Sumerler kendilerine "Kengerler" diyorlar Sumerler kara kaşlı,kara gözlü. Birde saçlarını ve yüzlerini traş ederler. (kay: Muazzez İlmiye Çığ, Sumerli LU Dingirra).

               

            DOĞU'NUN PREHİSTORYASI:

Medeniyet, kent hayatı, yazı, yasa matematik büyük nehir vadilerinde Nil,Dicle, Fırat,İndus'da doğmuştur. Sumerler genelde Babil'de uygarlığın kurucuları kabul edilmiştir. Dicle'nin doğu yamaçlarında konuşulan ELAM'ın anzanit tipindeki dillerine has sonu kerteye benzemekte. Buiçeriği iyi anlaşılmayan grub için Yafes adını teklif etmişler.Ne Sami, ne Sumerli olmayan ve teninin yani derinin beyazlığı ile Sumerlerden ayrılan halk kitlesi, eski dönemde Zagros'un batı platolarındaSubarlar adını verdiği ve Spaiser'in anladığı üzere dillerinin Yafesi olması mümkün olan halk kitlesi yaşamıştır.Sonuçta 1930 yılında Almanlar, Tevrat'ta "Erek"diye geçen Warka'da çalışmalara başladılar.Bu uygarlığın üç bin prehistorik safhasını çıkardılar. Bu uygarlığa "Erek adını Sumerce şekline bakılarak Uruk devri adı verilmiştir.Sumer'in ilk sakinleri dışarıdan gelmişler.Çünkü bölgede koyun ve keçinin serbestçe otladıkları buğday ile arpanın yetiştiği alanlar,arkeologların incelemedikleri güney ve batı çölünden gelmişler. Tarih Babil'in güneyinde başlıyor. Bu bölge iki nehirarasında olan vadide üç bin yıl hüküm sürüyor.Dinin, hukukun ve fikirlerin dünyasınıve sanatın sumerin adı verilenuygarlığın beşiğidir. Sumerler ulusal benlikleriini kaybettikten ve dilleri öldükten sonra kurdukları uygarlığın yapıcı ve ÖN ASya'daki komşularına kendini zorla kabul ettiriyordu. Doğunun ön tarihinin başladığı yer,tarihten prehistoryaya geçiş Ur,Uruk,Erek,Lagaş(Tillo),Şuruppak ve Kiş'te örneğin ninova ve Susa'dan bin yıl önce olmuştur.Sumerler prota çölde ve sazlıkta,bataklıkta bitmeyen hububatı çoktan ekip biçiyorlardı. Prota Sumerler tuğla yapmasını biliyorlar ve yapıyorlar. Prota Sumerler "ölülerini" uzunlamasına gömüyorlardı.Sumerlerin erkekleri uzun ve arkaya yumru şeklinde toplanmış uzun saçları vardı. Ve bıyıklarını traş ediyorlardı. Uruk, İbranice Erek'in Babil şekli. Bu adı koyan Alman bilimcileri.(kay: V.Gordon Childe, İngiliz.TTK) 

                 

            MESOPOTAMYA DÜNYASI:

Yaklaşık MÖ 3000 yılında, Kiş,Eridu, Nippur, ve Ur gibi bazı Sumer kentleri.

İLK İMPARATORLUKLAR: Sargon ve Akkad imparatorluğu.

AMURRULAR: UR İmparatorluğunun  güney sınırında verimsiz çölde bir grup göçebe yaşıyordu. Koyun sürüleri besliyor ve bu hayvanların etleri ile yünlerini buğday, hurma, alet ve silah karşılığında satıyorlardı.

Bir Dönemin Sonu: Yaklaşık MÖ 2006 yılında imparatorluğun parçası olan Elam adlı krallık Ur'a saldırdı. Ve onu yıktı.

ELAM: Başkenti Susa ile Dicle nehri ve Zagros dağlarının arasında bulunuyordu. Elam Kültürünü MÖ 4000 yılına kadar geri gitmektedir.Sonuç: Pers işgaliyle Elamlılar yok oldu. Sumerce bilen halk Elamlılar.

              SUMER Tanrıçası İnanna'nın kardeşi olan DUMUZİ kraldı. Dumuzi sözcüğü zamanla"ADEM'e doğru evrilecektir. Mesopotamya'da Sumer egemenliği yerini "Semitik uluslara" bırakınca İNANNA-DUMUZİ çiftinin yerine farklı uluslar için farklı adlar almıştır. İnanna, Marianna'ya Meryem Meryem'e dönüşünceye değin bir çok değişik adla anılmıştır.

Sumerlerin Bereket Kültü İnanna: Sumerler, Mesopotamya'da MÖ 3200'lü yıllaarda yazıyı kullanmaya başlamışlar.İnanna,Sumerlerin aşk ve savaş tanrıçasıydı.Ay tanrısı Nanna ile Gökyüzü tanrısı Anu'nın kızıydı. Akkad ve Babil'de ona İştar derlerdi. Btaı Samilerde Astarta, Roma'da Venüs adlarını aldı. Adına yapılan tapınaklarda, Onun yerine s.x görevi yapmak için Sumer'in en saygın kadınları yarışırdı.Bu bildiğimiz anlamda porni değil, bereket ve çoğalmayla ilgili dinsel olaydı.

                

            SUMER,BABİL VE MISIR'DA KIYAMET-DİRİLİŞ: 

Sumer-Babil tabletlerinde veTevrat metinleri arasında "ölümden sonra yeniden dirilme konusunda tam benzerlik görülmektedir. Ama her iki medeniyet kurucuları halk, kıyameti veyeniden dirilişi inkar etmektedir.

Sumer ve Babil Halkları öbür dünyayı karanlık ve korku dünyası olarak görürler. Oraya giden insan bir daha oradan çıkamaz. Sumer Tanrısı, Tanrı Nırgal'ın hükmettiği bu dünyaya yer altı dünyası adını verirler. Ve bazende ölüler kenti adını verirler. Kısaca Babil ve Sumer inancında cennet, cehennem yahut nimet ve azap inancı yoktur. Bu Sumer-Babil halkı uykuyu ölüme en yakın örnek kabul ederler. Ölünün EDMU adlı koyu gölge şeklinde olduğu düşünülen ruhu ölüyle beraber aşağı dünyaya iner, dini ayin ve törenlerin yerine getirilmesi sırasında  onunla birlikte orada kalır. Eğerbelirlenen şartlar yerine getirilmezse, bu koyu "EDMU" yer altındaki ölüler, ölüler dünyasından çıkıp kötü ruha dönüşerek; insanlara zarar verip kötülük ederler. EDMU adı verilen ruhun,ruh dünyasından çıkıp gelmesini önlemek için defin uygulamasını dini kurallara uygun olarak yerine getirme konusunda  titiz davranırlar. Cezanında ödülünde bu dünyada olduğu konusunda ki benzerlik Babil kaynaklarında ve Tevrat'ta açık şekilde görülmektedir. Sumerler, Fırat Nehrinin bol su kaynaklı "APISO"bölgesini kutsal cennet olarak adlandırmış.(kay: Muzaffer Tunç, ,Eski Çağda, Türkiye'nin Hatırlattıkları yıl,2018)

                ZAZALAR: Zaza kelimesinin kökeni, Sumer tabletlerinde rastlanır.Tevrat'ta Yaramnel'in iki oğlundan birinin adı"Zaza'dır. Asur KralıŞemşi Adad'ın zamanında varlar.(kay:M.tUNÇ,Eski Çağ da Türkiye'nin Hatırlattıkları)

               

               URUGAKİNA VE HAFGADA KİTABI: 

a- Sumer Reform Kanunu Musa'nın getiirdiği kitap Tevrat kaynağını yahudilerin köklerinin uzandığu  Mesopotamya'daki hafgada kitabındaan alır. ON EMİR'de Uragakina ve Hammurabi yasalarına dayanır.İSLAMIN uyum sağladığı Musa inançları Hrıstıyanlığıda etkiledi. Hammurabi öncesi kanunlar. "Hz.Musa Sumer, Asur, Hititlerin kullandığı çivi yazısını biliyordu.

Hammurabi Öncesi Kanunlar... a-Urugakina reformları. b-D ur-D Nammu kanunları. c-Lipit-İştar kanunları. d-Hammurabi kanunları.

                İNDUS VADİSİ: Yaklaşık MÖ 2500 yılında İndus Vadisinde gelişmiş,bir kültür vardı. Sumerliler bu kültüre Meluhha diyorlardı.

Hind Avrupalılar, Hind-Avrupa, bir grup antik ve modern dili tanımlayan bir terim. Bu dilleri konuşan insanlar,yaklaşık MÖ 2000 den önce Avrupanın güneyinden ve Rusya'dan Orta Doğuya ilerlemeye başladılar. Bu gruplardan ikisi Mitanniler ve Hititler. 

             YENİ BABİL İMPARATORLUĞU: Kısaca Asur'u MÖ 625 de Kaldeliler yıktı.Kaldeli lider Nebopolassar,komşusu Medya halkıyla ittifak kurarak Asur İmparatorluğunu yıktı.

GILGAMEŞ PROJESİ: Uruk Kralı, Gılgameş dünyanın akıllı insanı Uruk" En iyi arkadaşı Enkidu ve NUH tufanında sağ kalan arkadaşı Utnapiştin idi.(kay:Sapiens, Yuval)

             TARİHTE İLK PARA: Yaklaşık MÖ 3.BİN lerde Mesopotamya'da ortaya çıktı. Bu para gümüş şekel 8,33gram gümüş.

             KONYA KARAHÖYÜK HİTİT Kenti; yani başkent. Konya Hititlere başkentlik yapmış.Kentin "Luvicede ki geçen adı "İkkuwania'dır.

             YAZILI KAYA HİTİT DİNİNİN BAŞ TANRILARI: Teşup ve Hepat. Hava Tanrısı Teşup, Hurri ve Şerri adlı iki kutsal boğasıyla birlikte. DAĞ TANRILARI Nanni ve Hazzi'nin Tanrıça Hepat ise parsın üstünde canlandırılmış. Hepat'ın arkasında duran oğlu Tanrı Şarruma ile beraber kutsal aile oluşturuyorlar.(kay: Zamana direnen Hattuşa Broşürü)

                HİTİT Dilinin Kısa Tarihi ve Diğer Hind-Avrupa dilleriyle akrabalık ilişkisi:  Dünyada bie sürü dil grupları var.Çekimli dillerde kelime kökü değişikliğe uğrar. Bu gruba, Hind-Avrupa dilleri ile Afro-Asyanik diller girer. Af-Afranik dillere Hamitik(Mısırca) ve Semitik diller dahildir. 

 Eklemli dillere (Agglutination) Sumerce,Türkçe,Elamca,Hurrice, Fin-Uygur(Ural-Altay), Moğolcadilleri dahildir.


               ÇİVİ YAZISI NASIL ÇÖZÜLDÜ:

Yazıyı çözen öncü yazı Eski Persçe ondan sonra Elamca ve Babilce. Bu üç dilli yazıtlar Ahamenid kralları dön. ait. Yazının çözümü Rawlinson'un on yılını aldı.Sankritçenin, eski Persçeyle ilgiisi var. Bu yakınlık kelime anlamlarını ve gramatik özellikleri bulmasına yaradı. Ahamenid kral listesinde300 den fazla işaret var. En son 790 satırlık 8 yüzlü"kil prizmayı" çözmeye başladılar.Örneğin sesli sessiz harflerin bir arada yazıldığı heceleri tesbit etti.En son 1906 yılında Boğazköy'de çıkan "on binlerce tablette eski Babil sistemi kullanılmış olduğu için kolayca okundu. İlk okunan "NINDA.an.ez. za.at.te.ni.  -WATARNA. ekut.te.ni" diye okuyan Çek bilgini Hrozny.( Bedri Hrozny kim:1914-1915yıllarında Avusturya ordusunda subay Osmanlı coğrafyasında bulundu ve Çivi yazısı olanHititçeyi çözdü. Hititolojinin önemi Anadolu . Çünkü malzeme Anadolu içindedir.Onun için önemlidir.(kay: Eski Çağ Bilimleri Enstitüsü)      

 Roma'nın Dili Latince, Hind- Avrupa dilinden İtalik bir daldır. Roma dahil bütün İtalya ve Akdeniz kavimlerinin müşterek tarihidir." Roma cemaatini, Romalı yapan "Roma Vatandaşlığı Hukuku" da MÖ I. yüz yılda bütün italya halkına verilmiş ve bunlar, böylece Romalı olarak devletin  mukadderatına iştirak etmişler.

ROMA TARİHİ : Roma kentinin tarihi değil, Roma, İtalya ve bütün Akdeniz ülkelerinin büyük  cihan devleti tarihidir.

ROMA SİSTEMİ ŞEKLİNDE İTALYA'DAN DIŞARI ÇIKTI. MÖ 2.y.y da Batı Akdenize hakim oldu. Ardından Doğu Akdenize hakim oldu. MÖ 44 senesinde bütün dünyayı artık fiilen elinde bulunduruyordu. MÖ ı.y.y.kuruluşundan 600 yıl sonra Atlantikten ta... Fırat boylarına kadar uzanan devlet olarak, Akdeniz havzasında bircilik (vahdeti) kurdu.

ROMAN'NIN CİHAN Devlet. 500 sene sürdü. Fakat tamamen oluş zamanıda hesaba katılırsa görülüyorki, bu devlete tam 1100 yıl devamla yaşama nasib olmuş.

             RUM: Hellen dilindeki Romaios'lar Yani Romalılar sözcüğünün doğu halklarına uydurulmuş biçimi. Bzans vatandaşı " ben Bzanslıyım demez Romalıyım dermiş.

             HATTİLER MÖ 2500 ile 1700 lü yıllarda Anadolu'da yaşamış. Örnek: Ankara/Gölbaşı; Oyaca beldesi. HATTUŞA: Hitit İmparatorluğunun başkenti. Tarih MÖ 1650-1200)

MÖ 1270 yıllarda uluslararası andlaşmalar imzalamış. Boğazköy,Frg,Hellen ve Roma döneminde yerleşme devam etmiş. Dünyanın iki süper gücü Hititler ve Mısırlılar.

            ANADOLU'NUN BİLİNEN EN ESKİ ADI: HATTİ ÜLKESİ: a- Mısır rölyeflerinde Hattili askerler iri ve kavisli burunludur. 

            İzmirli Homerros'a göre, iri yapılı, uzunca geniş yüzlü,yuvarlak top kafalı, geniş omuzlu sannatçı ve inatçı halk. MÖ 2300 lü yıllarda Anadolu'ya Hatti ülkesi deniliyordu. Sanatçı olan Hattiler yazı bilmiyorlar. Ama zengin halk yumuşakbakırla, kalayı karıştırıp tunç dökebiliyorlar. Altın gümüş takılar yapıyorlar.Kabartma(rölyef) heykeller yapıyorlar Homeros'a göre Odeyssala adlı eserinde anılar Kete halkından söz ederken, KETE'lerin Hattili ya da Hititli olabileceğini yazar.



                             YUNAN ALFABESİNİN KÖKENİ

           Yunan alfabesini, Mikael Ventris tarrafındaan çöülmüş Örneğin, Herodota göre (ünlü yunan tarihçisi), Yunanlılar yazıyı Fenikelilerden öğrenmişler. Yine örneğin, sesli harfi bulunmayan Fenike alfabesindeki bazı harflere sesli karekter kazandırmışlar. Ve bu alfabe ile ifade edemedikleri bazı sesleri göstermek üzere alfabeye bazı yeni harfler eklemişler. phi,khi ve psi gibi.  TARİHTE İLK PARA; madeni para MÖ 640 yılında Lidya Kralı Alyettes tarafından Türkiye'nin batısında basıldı.


             AKALAR: Anadolu ve Avrupa karışımı halk. Akalar, Yunanistan'a  kuzeyden değil, güneyden girmiş olabilir.(s.66 Ege ve Yunan Tarihi) Akha (Myken) MÖ 15.yüz yıla ilişkin tabletleriyle belgelenen Akha Lehçesi eski Yunancanın arkaik formudur.

      IONYALILAR (İON), sıf. Ionıa +iona ile ilgili,ioniali "Ioves" Ionlar, Hellenlerin 4 ana boyundan biri, özellikle Ionyalılar Hellastan gelerek Batı Anadolu'ya yerleşen ve bölgeye adllarını verev İonlar.

"IONIA"(dişil) Batı Anadolu'da Ionların yerleştiği bölge. (s.336). 

ION: Tüm Hellenlerin ortak mitolojik atası Hellenin oğlu. (kay: Ege ve Yunan Tarihi)

GİRİTLİ Ana Tanrıça Rhea. Yunan tanrılarının anası olan Rhea Girit kökenlidir. Gök tanrısı Kronos ile evli olan Rhea, Zeus'u Girit'te mağarada doğurur.


         BİNG BANG VE TANRI

Zamanın başlangıcı evrenin yaradılışıyla beraber tesadüftür.Zaman bir boyuttur şaşılacak tarafı yok. Uzay-zaman teorisi böyle söyler. Önceden var olan bir varlık tarafından oluşturulmuş olması gerekiyor. Sonuç Tanrının kim olduğuna ve ne olmadığına ilişkin Tanrı anlayışımız için çok önemlidir. Bize yaratıcının üstün olduğunu Evrenin sınırlarının ötesinde çalıştığını, 

Tanrının Evren olmadığını veya Evrenin Tanrı'yı barındırmadığını söyler.(sf.41) Eğer Bing BANG teorisi doğruysa.Tanrı Evrenle aynı şey değil. Ve Evren Tanrı'yı içermez. Steven Hawking yaratılışın gerçek noktası,şu an bilinen fizik yasalarının anlama gücünün dışında yatar. MIT 'den (abd'de ünlü okul) PROF.Alan Guth "Yaratılış anı açıklanamaz olarak beklemektedir." demekte.

Hawking: Evrenin büyük patlamayla 15 milyar yıl önce başladığıyla ilgili çok iyi kanıtlarımız var. Nasıl biteceği hakkındaysa  belirsizlik mevcut, amason gözlemler Evrenin sonsuza kadar genişleyeceğini destekliyor.

Havking:Dünya oluştuktan bir süre sonra 4,5 milyar yıl önce dünyada hayat başladı...

Altıncı hisse,ruh dünyasına inanıyormusun Hawking: Kendi 6.hissime inanmıyorum, eğer fazladan hissederek algılamayı kastediyorsanız? Benim Evrenin matematiksel kanunlarla yönetildiği inancıma tamamiyle çelişir. Ruhsal değerler fiziksel Evrenin farklı kategorisine ait.

Hawking Stefen:Tanrı'ya İnanıyorum diyor.  EğerTanrıdan kastınız Evreni yöneten kanunların cisimlenmesiyse, içindeki şans ve şüphe elementleri yüzünden Eistein(Ayıştayn) kuantum mekaniğini asla kabul etmemiştir.( kay:Stefen Hawking, Dahiler Seti)


23 Ekim 2016 Pazar

ANTROPOLOJİK EKSENLİ RUHSAL ARINMA, KİMYA, TILSIM, SİHİR VE ASTRONOMİ ÇALIŞMALARIYLA, BATIYA AÇILAN BİLİMCİ KATİP ÇELEBİ


Hilmi Ziya Ülken, K.Ç. için 17.yüzyıl bilim tarihimizde Batıya çevrilmiş düşünceyi hazırlayan sağlam gerçekçi görüşe sahip bilim adamı der.
“Bu evrene bakar-öküz “ gibi bakan kimselerden olmamak için astronomiyi ve anatomiyi bilmiyenin,Tanrı’yı tanımakta eksikli olduğunu anlatan bir büyük sözden bahseden, Cihannüma’nın yazılış nedeni hakkında şöyle der, göklerin ve yerin yaratılışını düşünmek için Astronomi tekniğine dair kitapları incelemeye başlar.
Her defa Hristiyanların,Yahudilerin;Yunanlılardan intihal (yani aşırarak) bu teknik araştırmayı  ortaya koymada tam dikkat ve maharet göstermelerini, Müslümanların ise inkar ve ihmallerini ve tembelliklerini görüp üzülürdüm.
Yeryüzüyle ilgili yanlış bilgileri eleştiren K.Çelebi “öncelikle dünyanın düz olduğunu öne sürenlerin yanıldıklarını, bu hususun tabiat bilimlerinde delilleriyle ispat edildiğini bildirir.
Hz.Muhammed’in ve ashabın asıl görevlerinin eşyanın hakikatını açıklamak demek olan felsefi ve bilimsel bilgiler vermek olmadığını, onların yalnızca dini konularda bilgi vermekle yükümlü kılındıklarını israrla belirtir.
            Kristof Colomb’un ve Magellan’ın keşifleri hakkında K.Colomb’un Amerika’yı nasıl keşfettiğini ve yerli halkı nasıl katlettiğini , Magellan’ın Doğu Hint Adalarına yaptığı seferleri anlatır. Korsan olarak nitelediği Magellan’ın yerli halka olan irtibatını ve öldürüşünü hikaye eder.
İspanyol olan Kolomb 1506 da İspanya’da öldü. 16.yüzyıl başlarında İspanyol halkı şeytan şeklindeki putlara tapardı. İspanyollar 20 yıl da o yerlerin çoğunu zaptedip 40 binden fazla insanı esir ettiler. Yüzbinlerce insanı kılıçtan geçirdiler.
Macellan Portekiz kralından  Batı Okyanus adalarındaki Moluka Adalarına  gitmek için yardım ve mali kaynak istedi. Fakat kral vermedi. Ardından İspanya kralına gitti, kral Macellan’a 5 parça gemi, 200 asker ve levazımat verdi. O da 1519 yılında Sevilla’dan yola çıktı. Güneşin battığı yöne doğru giderek Santa Gostin Burnu’na ulaştı. İlginçtir  Güney Batı yönüne doğru ilerlediği bölgede  kışa tutuldu, bilinmeyen bir yerde 20 gün bekledi. Yıl 1519, bölgenin insanlarıyla iyi geçindi. Zira onlar 13 er karış boyunda ve zenci idiler. (bir karış ortalama 30 cm. o da eder 390cm. uzunluğunda)  Ok, yay ve mızrak kullanmasını bilirlerdi. Zenci bir insanı yalnız bulup 8 kişi bağlamak istedi, ama başaramadılar, yine başka birini hile ile gemiye çağırıp demire bağladılar. Adam bundan sonra bir şey yiyemeyince açlıktan öldü. Oradan ayrılıp 40 mil gittiklerinde kasırga çıktı, gemi parçalandı ama adamların çoğu kurtuldu. (bir mil 1852 metre, oda eder 74000 metre) sonuçta 74 km. deniz yolculuğu yapmış olurlar)  Oradan  120 mil (yani 120 bin metre) daha gidip Avrat Burnu denen yere vardılar, halen oraya Macellan Boğazı denmektedir. 1519 yılının sonlarında Bornay (Bruneo) adlı büyük bir adaya ulaştılar. Ada halkının tamamı siyah idi.
Avrupa Merkezli Bakış Açısını kaynak olarak gösteren yazar diyorki; Mercator’dan naklen Avrupa hakkında bilgi veren K.Çelebi, Avrupa’nın övülecek ve yerilecek yanlarıyla ilgili Atlas’tan alıntılar yapar. Doğu ve Batı Roma imparatorluklarının iki başkentinin bu kıtada olması nedeniyle övünmesine  karşın bunlara dayanarak yeni bir dünya tasarımı yapmakda artık neredeyse imkansız gibi.
K.Çelebi ise çok tanrılı anlayış felsefesine bir aydın olarak sıcak bakmıyor, onun yerine dönemindeki pek çok Müslüman ve Osmanlı aydını gibi Yeni Eflatuncu Helenistik-Gnostik Hikmet anlayışını benimsemişti.
Rasyonel zihniyet ve sistemli düşünce sahibi olduğu için, akıl dışı yaklaşımlara sıcak bakmadığını görüyoruz.
Buna karşılık mistik duygularla olayların manevi arka planını daima gözettiğini ve yer yer faydacı yaklaşımla olaylara değişik noktalardan baktığını müşahade (yani gözle görüyoruz demek) ediyoruz.
Büyük yerleşimlerin uzağında  Ay’ın bulunmadığı ve yıldızların parladığı açık bir gece gökyüzüne bakıldığında, evrende esrarengiz (sır) yörüngeler izleyen gezegenlerin bulunduğu görülür. Evren kırpışan yıldızlarla doludur.
Atalarımız binlerce yıl gökyüzünü izlemiş ve evrenin içinde kendi konumlarını düşünmeye başlamışlar. Örneğin yerkürenin çeşitli noktalarından geceleri gökyüzüne baktıklarında görülen yıldızları zamanla çeşitli şekillere benzetmişlerdir. Ayrıca yıldızların hep aynı noktada durmadıklarını, sürekli hareket ettiklerini belirlemişler.
Yıldız haritalarında ki resimler genellikle gece gökyüzüne bakmadan metindeki ifadelere dayanarak çizilir. Bu nedenden dolayı genellikle bu betimlemeleri gerçek gök görüntüleriyle ilişkilendirmek zordur.
Burçların sıralaması soldan sağa  Koç (Hamel), Boğa (sevr), İkizler (Cevza), Yengeç (seretan), Aslan (esed), Başak (sünbüle),  Terazi (mizan), Akrep, Yay (kavs), Kova (Devl) ve Balık  (Hut) sırasını izler…
Gök küre yapımcısı Petrus Plancius yeni bulguların ışığı altında 12 adet yeni takım yıldızı oluşturulmasını önerir.
Örneğin 17.yüzyılda Julius Schiller geleneksel mitolojik burçların arasına İncil’den şahısları da dahil eder.
Yer Merkezli Evren ve Gezegen Küreleri:
Yer merkezli evren kavramına, inancımızı sağduyumuza borçluyuz. Herkes yıldızların başımızın  üzerinde döndüğünü ve  Yer’in altımızda durduğuna tanıttır. Erken Avrupa ağaç baskı ve gravürlerinde Yer diğer üç Aristo elemanı su, hava ve ateşle birlikte  Güneş, Ay, gezegen ve yıldızları taşıyan sekiz  başka evren küresiyle çevrili olarak betimlenir. Bu yerleşimde Yer’e onur payesi verilmez.                                                                               İnsanlar yukarıdaki gök kavramı ile Tanrı’nın melek ve diğer azizlerle birlikte gök yüzündeki gezegen ve yıldızların çok ötesinde olduğuna inanır.

   Merkezdeki kirli ve aşağılık (süfli) Yer sadece günahkarları barındırmaya uygun görülür.
Cihannüma’da çizilen gök (felek,dünya)  9 (dokuz) katmandan oluşur. Bu katmanların en büyüğü evreni çevreleyen gökyüzü atlası (Felek-i Atlas)
Bütün diğer felekleri etkisine alır ve sabit yıldızlarla beraber 24 saatte doğudan batıya döner. Diğer gök yıldızları (felekler) dıştan içe doğru sırasıyla saturn Zühal), Jüpiter (Müsteri), Mars (Merih), Güneş (Şems), Venüs ( Zühre), Merkür (Utarit) ve Ay (Kamer)a ilişkindir. Yer feleklerin ortasında yer alır.
   Akılcı Düşünme ve Ruhsal Arınma:
K.Ç.ye göre bir de duyulur dünyayı ve düşünsel varlıkları kabul eden ancak tanrısal yasaklar ve emirleri benimsemeyen bir grup vardır ki bunlar bilimlerini peygamberlik nurundan almamalarına rağmen Tanrı’ya inanan filozoflardır. Bunların öncüsü de Aristo’dur. Bunlar ulaşmak istedikleri bütün hedefleri akla dayanan araştırma ve akılcı düşünme ile gerçekleştirmek isterler. Felsefi bilimlerden fizik ve metafizikle uğraşan ancak uğraşlarında tanrısal yasakla, emirler ve şeraitten söz etmiyen filozofların karşısına İslami bilimlerden  kelam (söz) ile uğraşan ancak şeriata dayanarak aklı araştırmalar yapan kelam bilginleri gelir.
Gerçekten K.Çelebi, tasavvufun amacı  Ruhsal arınmaya, akılcı düşünme ürünü olan bilimlerle uğraşılabileceğini öngören şahsiyettir. Bilindiği üzere bu bilimler metafizik, matematiksel bilimler ve doğa bilimleridir, tekrar K.Ç’ye göre ruhları ve nefisleri bakımından iki tür insan vardır: Ruhu ve nefsine hakim kişiler, seçkinlerin seçkinidirler, nefsi ruhuna hakim kişiler ise sıradan insanlardır.
    Müzik birinciler için faydalıdır ve ruhsal arınma aracıdır. İkinciler için ise zararlıdır. Seçkinlerin seçkini kişiler ve İşrakiler(Tanrı’ya ortak koşanlar) ve Aristo’yu takip edenlerdir.
    Doğa bilimleri hakkında açıklamalarına gelince K.Ç’nin doğa tasarımında tamamen Aristoteles’in fizik görüşlerine bağlı kaldığı görülmekte olup Aristo’nun Semaiyyat eserinden yararlandığını açıkça belirttiği görülmektedir. Doğa tasarımının yanı sıra doğanın işleyişine ilişkin açıklamalarda da Aristo’nun bakış açısına uygun hareket ederek teleolojik görüşlere başvurmaktadır. Örneğin genel tufan konusunda Aristo’nun “Mebde-i Evvel’in (Başlangıçdan Öncesi) doğal sebeplere alemin nizamını bozup insanın yurdunu tahrip edecek derecede ruhsat vermeyeceği” görüşüne dayanak göstererek genel tufanın sadece doğa gücünden kaynaklanmayıp Tanrı’nın iradesi ve emriyle olabileceğini ileri sürer.

    Doğa bilimlerinin önemli bir dalı kimyadır, İslam dünyasında madeni cevherlerin özelliklerinin yok edilerek onlara yeni özellikler kazandırılmasını öğreten bilim olarak kimyanın imkanı hakkında iki karşıt ortaya çıkmış.
Birinci görüşe göre kimyadan sakınılması gerekir. Bu gruptakilerin önde geleni ibn Sina, ibn Teymiye’dir.
İkinci görüştekiler bu bilimin imkânını savunurlar. Fahreddin- Razi, Zekeriya er-Razi bunlardan bazılarıdır.
K.Çelebi, kimyanın bilim olarak imkânını kabul eden görüşü savunmaktadır.
İksircilerin (orta çağ kimyacıları) kimya tasvirlerini şöyle ki,  kimya tanrısal lütuf sonucu kazanılan esrarlı bilgiler içeren bilimlerdendir ve herkesçe öğretilmelidir.                  Kimya bilimine sahip olanların kalbinden “dünya sevgisi” gider ve kesinlikle dünyaya meyletmez olurlar. Bunun bilgisi kalpten dünya sevgisini atmak ve kalbi temizlemek. Bu düzeye ise bu bilime sahip olmakla ulaşılır.
K.Çelebi’nin Sihir ilmine ilişkin açıklamalarına bakıldığında şeri ve aklı imkanları zorlayarak “sihir bilimlerinde” mübah (dince yapılmasında sakınca olmayan) ve makul (akla uygun) olanları genişletme eğilimi içine girdiği görülmektedir. Bu tesbitimiz sihir bilimlerinin bazılarına dair açıklamalarında kolayca görülmektedir.
   Örneğin “İlmu’l- aza’im” in tanımında bunun, kişinin niyetleri doğrultusunda cinleri ve şeytanları kendine itaate mecbur bırakarak hizmetine sokup haklarından gelmeyi öğreten bilim olduğu belirtilmektedir.
K.Çelebi’ye göre sihir bilimi temel ve yöntem olarak iki bölüme ayrılır: Mahzurlu kısmı, mübah kısmı. Mübah kısım haram olan öncekinin zıddıdır. Bu kısımla eksiksiz Allah korkusu; kapsamlı bir iffet, saf bir halvet yaratıklardan uzlet ve bütünüyle Yüce Allah’a yönelmekten başka bir şey elde edilemez.
K.Çelebi “İlmu’l-aza’im” yoluyla cinlerin insanlara itaatinin ne akılca ne de bu konuda mükemmel ulu kişilerden işitilenler bakımından yasaklanmış olmadığını söylemektedir.
   Yine sihir gizlenme biliminin dallarından biri olan “İlmu’l- hafa” insanın kendisinin karşısındakilerden nasıl gizleyeceğini öğreten bilimdir. Öyle ki bu kişi karşısındakileri görür ancak onlar bunu göremezler. Bu işin duaları ve sihirli sözcükleri vardır.
K.Çelebi bu tür gizlenmeyi  sadece harukuladenin yolunu bilen velilerin kerameti dışında mümkün görmeyenlere itiraz eder. Zira bu bilim bir yönüyle kerametten değil sihirden kaynaklanmaktadır ve sihir yoluyla sözü edilen türde görünmemenin sağlanabilmesi mümkündür.
K.Çelebi’nin 1646 yılında ortaya çıkan hastalığını <<İlm-i huruf ve esma>> ve “havas” kitaplarına başvurarak esbab-ı ruhani ile tedavi ettiğini ve bu sayede bozulan mizacına itidal getirdiğini biliyoruz.
             Sonuç K.Çelebi, bilimlerin kaynağını peygamber,hükümdar ve bilge olduğu için <<üç kere nimetlendirilmiş>> Hermes el-Heramise adıyla  isimlendirilen İdris peygambere dayandırır.
Yine K.Ç’ye göre “bilginin iki yönü vardır. Bir yönü ile <> herkes içindir. Birde “ seçkinler” hatta “seçkinlerin seçkinleri” için olan “bilgi” vardır. Bu tür bilgiler “ruhsal arınmayı” sağlar. Bunlar kimya, tılsım, sihir ve astronomi bilimidir.
Not: Hermes, Olymposlular’dan Zes’un oğlu, tanrıların habercisi, ticaretin,yolların ve yolculukların koruyucu tanrısı.
Sıradan insanlara gelince bunlardan bilimi talep eden ancak çok yetenekli olmadıkları anlaşılanlarına, Kur’an ve hadis öğreniminin merkezinde bulunduğu geleneksel din eğitimi tavsiye edilmelidir.

Kaynak: Doğumunu 400.yılında Katip Çelebi.

4 Haziran 2016 Cumartesi

İSTANBUL’A 1874 YILINDA 28 YAŞINDA GELEN İTALYAN SEYYAHIN İSTANBUL HATIRATINDAN ANTROPOLOJİK KESİTLER
Ermenilerin mahalleleri açık kül renkli, Rum mahalleleri koyu kurşuni renkli, Yahudi mahalleleri ise mor renkliydi. At hala “insanın yegane arabası”olduğundan, sokaklarda  binlerce süvariye rastlanıyor  ve şehrin her tarafından geçen orduya ait uzun kervanlarla hecin devesi dizileri şehre eski bir Asya merkezinin azametli ve vahşi havasını veriyordu. öküzlerin çektiği yaldızlı arabalar, Bulgar ve Ermeni işçiler, deniz yoluyla Ege mabetlerinin sütunları, kara yoluyla da Buda ve Peşte kiliselerinin enkazı getirilirken, Mısır’dan gelmiş granit ve Paros’tan gelmiş mermer bloklarıyla camilerin inşaatında çalışıyorlardı.
ERMENİLER
Daima Türklerle meşgul olduğumdan reaya(vergi veren halk) denen halkı teşkil eden üç dini temsil eden milleti, Ermeni, Rum ve Yahudileri inceleyen İtalyan subay 1874 yılında bilhassa ruh ve iman bakımından Hrıstiyan, doğuş ve cismaniyet bakımından Asya Müslümanı olan Ermenileri Türklerden ayırmak da güçtür. Türk gibi giyinirler, görünüş itibariyle Türklerden farklı değiller. Çoğu uzun boylu, güçlü kuvvetli, açık tenliler, hal ve tavırları ağırdır, yüzlerinde karekterlerinin iki özelliği var, zeki, canlı, hünerli, anlayışlı oldukları için ticarete olağan üstü yatkınlar ve başkalarına göre Macaristan’dan Çin’e kadar her yere sokulmaya ve bilhassa Türklere hoş görünmeye muvaffak olurlar. Kendilerini munis bir tebaa ve hürmetkar dost olarak Türklerin itimadını kazanmışlar. Kavgacılıkla, kahramanlıkla alakaları yoktur. Bununla birlikte bazıları aslen, geldikleri Asya tarafından değilmişler ve orada oturan kardeşlerinin aslının kendilerinden tamamen farklı olduğu hususunda teminat veriyorlar. Fakat buraya Boğaz’ın öbür yanından nakledilmiş olanlar hakikaten yumuşak huylu ve ihtiyatlı (tedbirli), mütavazi hayat süren, işinde gücünde ve söylenene göre İstanbul’da yaşıyan her halktan daha fazla dindardırlar.
Türkler Ermenilere “İmparatorluğun develeri” derler. Frenkler ise her Ermeninin dünyaya iyi hesap bilen olarak geldiğini söylerler. Hadiseler bu iki görüşü büyük ölçüde doğrulamıştır.
Fiziki güçleri, pırıl pırıl zekaları ve teşebbüs kabiliyetleriyle, İstanbul’da  bir çok  mimar, mühendis,doktor, sabırlı ve marifetli sanat erbabından başka çoğu Ermeni olan hamallarla büyük sarraflar vardır. İlk Bkışta İstanbul’da bir Ermeni topluluğunun bulunduğu kimse fakedemez.
YAHUDİLER
 Yahudi kadınlarına gelince,Fas’ı gördükten sonra İstanul Yahudilerinin  Kuzey Afrika sahillerinde yaşıyan  Yahudilerle hiç alakalarınınolmadığınsöyleyebilirim.
Kuzey Afrika Yahudilerinde İbrani güzelliğinin ilk doğulu tipini bütün saflık içinde gördüklerine inanırlar. Yahudilerin alameti farikası(ayırt edilmesine neden olan belirti, iz ve nişan olarak gösterilen  düzgün ve ince hatlı yüzleri ve o yumuşak tevekkül eden yani Allah’ teslim olmuş havalarıyla birlikte; badem gözleri tatlılık ve zarafet doludur.
Rebeka ile Raşel’in hayal meyal profillerini; bir kapının eşiğinde durmuş, ince, uzun elini, kıvır kıvır saçlı bir çocuğun başına dayamış zarif ince yüzlerini gördüm, fakat çoğunda ancak ırkın bozulma, işaretlerini gözlemledim. Bu yorgun yüzlerle, bir yıl önce Tanca ve Fas’da görüp hayran olduğum ateşli gözler, olağan üstü renkler ve göz dolduran şekiller arasında ne büyük fark var! Zayıf, sapsarı benizli ve dermansız erkekler içinde böyle. İstanbul Yahudilerinin zilletini Türklerin üstüne yıkmalarını bekliyorum fakat Babiali’deki bütün gayrı Müslimlerin Yahudilerle aynı siyasi ve medeni şartlar içinde olduklarını söylemek kafidir.
RUMLAR
Ermenileri şöyle bakınca tanımak ne kadar güçse , Rumları kıyafeti hesaba katmadan bile tanımak o kadar kolaydır, görünüşleri ve yüzleri Osmanlı halkların diğer tebalarından, bilhassa Türklerden çok farklıdır. Türk sakindir, kimseye bakmaz ve kendisine bakıldığının farkında değilmiş gibi durur. Rum aksine, çok canlıdır ve gözlerindeki, dudaklarındaki bin gizli hareketle ruhunda olup biten herşeyi açığa vurur; başını bir vahşi at gibi sallar; yüzünde genç bazen çocuksu kibir vardır; bakıldığını görürse, kendisine çeki düzen verir; bakılmazsa kendisini göstermeye çalışır, baştan aşağı kurnazlık ve hırs içindedir; kafasında kötü bir şey geçtiği zaman bile sevimlidir, para kesenizi istemesenizde, seve seve yardım edersiniz. Aynı farklılık Rum kadınlarıyla doğulu diğer kadılar arasında da göze çarpar. Ruha hitap etmekten çok daha fazla duygulara tesir eden taze ve çiçek gibi Türk ve Ermeni kadınların arasında, şükranla karışık hayranlıkla,Rum kadınların düşünce dolu iki gözle aydınlanmış zarif ve temiz yüzleri hemen seçilir. Her bakışları hem muhteşem hemde hafif olan vücutlarını hareme götürmekten çok bir heykel kaidesinin üzerine koymak için kollarınıza alıp sarmak istersiniz.
TÜRKLER
İstanbul’un erkek milletinin dış görünüşü; kuzey şehirlerinde oturanlar üstünkörü bakan bir Akdenizli üzerinde aynı tesiri uyandırabilir. Türkler uzak ve müphem bir şeyi düşünen insan gibi görünürler. Hepside sabit bir fikre dalmış filozoflara veya farkına varmadan yürüyen uyur gezerlere benzerler, daima uzağa bakarlar, içine kapalı yaşamaya alışmış insanlar gibi gözlerinde ve dudaklarında  belli belirsiz hüzn ifadesi vardır. Hepsinde aynı vakar aynı ağır tavırlar, aynı bakış ve hareket görülür. Paşadan seyyar satıcıya kadar, hepside aynı terbiyeyi almış ve bir çeşit aristokrak vakarla sarılmış asilere benzerler, ilk  bakışta kimse, kılık kıyafet farkı olmasa, İstanbul’da ayaktakımı bulunduğunu aklına getiremez. Hemen hepsinin görünüşü ifadesizdir, yüzlerine bakınca ne içlerinden geçenler anlaşılır nede düşünceleri. Türklerde her yüz muammadır! Bakışları sorar,ama cevapsız bırakır; ağızları kalplerinde olan hiçbir şeyi ele vermez.
Güzel ve kuvvetli olan Türk ırkının asıl çizgileri ancak, zaruret icabı veya din duygusuyla atalarının sadeliğini muhafaza eden aşağı tabakada bozulmamış olarak kalmıştır. Bu tabakada sırım gibi vücutlar, güzel başlar, pırıl pırıl  canlı gözler, kartal gagası şeklinde burunlar, çıkıntılı çene kemikleri ve bütün insan yapısında kuvvetli ve cesur olan bir şey görülür.
Bozulmanın eski ve yabancı kan karışımının daha çok olduğu diğer sınıflardaki Türklerin çoğunun aksine, vücutları hantal başları küçük, alınları basık, gözleri donuk, dudakları sarkıktır. Eski Türkler, islahatçı Türk denen bu ne olduğu anlaşılmayan, renksiz, tatsız yaratık arasındaki fark. Milli karakteri olduğu gibi muhafaza etmiş bu kısımdaki halka karışmak ve haliyle anlaşmak çaresi yoktur. Hakikaten dış görünüşe göre, İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en medeni ve en namuslu halkı gibi görünür.
İstanbul’un en ıssız sokaklarında bile bir yabancının tecavüze uğraması tehlikesi yoktur, kapılarda, pencerelerde, dükkanlarda kadın sesi hiç duyulmaz, fuhuş, uygunsuz bir hareket hiçbir şekilde görülmez, yolları meşgul eden toplanmalar yoktur, elleri, yüzleri, ayakları temizdi; yırtık elbiseli insan azdır. Bütün sosyal sınıflar arasında genelde ve karşılıkı hürmet görülür. Bozulma içtedir. İki cinsin arasındaki ayrılıklar gizlenmiştir; tembelliğin adı sükunettir (yani durgunluktur) ,vakar gururun maskesidir.
Seyyah şöyle diyor: hiçbir Türk’ün aklına Müslüman Avrupa’nın Çanakkale’den Tuna’ya  kadar Hrıstiyanlar tarafından zaptedilmiş olabileceği ve zaptedilebilceği gelmez. Bizim medeniyetimiz övülünce, kendi hakimiyetlerinden bahsederler. Irk olarak gururlu, Avrupa’nın fethi Allah’ın emriydi; Allah’ın Türkleri sevdiğine işaret olarak, bu  yeryüzü imtiyazında hükümdarlığına tayin etmiştir inancına sahipler. Kafirlere karşı duydukları dini küçümseme, askeri üstünlükleri, ikinci bir tabiat haline gelmiş kayıtsızlıkları, diğer yandan Avrupa medeniyetini kabul eden ve onların gözünde Avrupa’nın bütün Osmanoğullarının içine düştüğünü görmek istediği hali temsil eden sınıfta, çat pat Fransızca konuşan ve camiye gitmeyen paltolu, eldivenli, kardeşlerinde kendilerini makul şekilde değiştirecek örnek görüyorlar. Eski Türk şimdilik Frenkleri taklit eden, bütün milli gelenekleri hor gören,  tembel, kabiliyetsiz, itikatsız, açgözlü bir sürü memurla atalarından çok daha az değerli olacağı belli, küstah ve bozulmuş bir çeşit yaldızlı gençlikten başka bir şey görmüyor. Onlar gibi giyinip onlar gibi yaşamak, eski Türk için medeni olmaktır.
Müthiş askerliği ve barbar (yabancı manasınada gelir) zalimliği ile beraber “Asyalı sert tabiatı “kalır. Bunun için savaşmadığı zaman Türkü çok yumuşak karekteri vardır dense yeridir. Tatar, ruhunun derinliğinde büzülüp uykuya dalmış gibidir; sosyal hayat onun içindeki eski bozkır ve çadır insanını biraz yontmuştur. Fikri bakımdan, şehirde hala, bir halkın içinde ama düşüncesiyle yalnız olrak, hemen hemen kabilesinde yaşadığı yaşar. Türklerde hakiki bir cemiyet yani toplu yaşama hayatı yoktur. Erkekler kendi aralarında toplanırlar, birbirlerine bağlanmazlar. Konuşmaları hemen hemen yüzeyseldir ve ekseriya maddi olarak lüzumlu olan şeylerden bahsederler. Aşk ağıza alınmaz, eedebiyat birkaç kişinin imtiyazıdır, ilim bir efsanedir, siyaset aşağı yukarı her zaman isimlerden ibarettir.
Türk Ermeniyi hoş görür, Yahudiyi küçümser, Rum’dan nefret eder, Frenkten şüphelenir, kendisine faydalı olabilecek Avrupalılardan istifade eder; faydasını gördüğü maddi yenilikleri kabul eder; kendisine verilen medeniyet derslerini kımıldamadan dinler; kanunlarını, usullerini ve adetlerini değiştirir, bizim felsefi vecizelerimizi kusursuz şekilde tekrarlamayı öğrenir; kıyafetini değiştirir, süslenir püslenir, fakat içinden değişmez, yenilmez bir surette aynıdır. İstanbul dahi kısa ikametim sırasında edindiğim fikir budur.
Türk kadınları: seyyah Türk kadınının güzelliğini şöyle tarif etmiş. Bembeyaz yüzlü yani çehreli, kara gözlü, kırmızı dudaklı diyebilirim, çoğunun güzel beyzi yüzleri, az kavisli ufak burunları,oldukça dolgun dudakları, gamzeli, yuvarlak çeneli, uzun ve kuğu boyunlu, ufacık ellidirler. Hemen hepside şişmandır, çoğunun boyu ortanın üstündedir. Eğer bir kusurları varsa, bu da eğilerek  ve sall pati,     birden büyüyen bir çocuk gibi sallana sallana yürümeleridir. Bunun sebebinin aşırı yıkanmanın verdiği gevşeklik ve ayağa uymayan ayakkabı olduğu söyleniyor. Hakikaten küçücük ayaklı olması gereken çok zarif kadınların, Avrupalı bir dilencinin bile burun kıvıracağı erkek pabuçları veya büyük, uzun, geniş ve biçimsiz fotinler giydikleri görülür.  Pek güzel ve son derecede değişik güzellikler görülür, çünkü  Türk kanıyla beraber, Çerkes,Arap ve Acem kanı vardır. Otuz yaşında feracenin saklayamayacağı kadar etli canlı, enine boyuna, iri kara gözlü, ıslak dudaklı, kalkık burunlu durmuş oturmuş kadınlar, bir bakışıyla yüz esirin içini titretecek hanımlar vardır. Bunların yanında ufacık tefecik, tombul tombul kadınlarda vardır, yüzleri,gözleri,burunları,ağızları yumuk yumuktur, öyle sakin, öyle uslu, öyle genç dururlar.
 Orta sınıftan Türk erkeği, iktisat sebebiyle,karısına daha yakındır. Daracık alanda mümkün olan en az masrafla yaşamaya mecbur olan fakir Türk erkeği ise karısı ve çocuklarıyla beraber yer içer ve boş vakitini geçirir. Zenginlik ayırır, fakirlik birleştirir. Fakirin evinde Hristiyan ailesinin hayatıyla Türk ailesinin hayatı arasında gerçek bir fark yoktur. Hiçbir erkek sokağın ortasında bir kadına el kaldırmaya cesaret edemez. Hiçbir asker, bir kargaşalık gürültü patırtı içinde bile, küstah bir mahalle karısına kötü muamele etme tehlikesini göze alamaz. Kovma ve boşanma halinde, koca kadına rahatça yaşayabilmesi için gerekli olan parayı vermeye mecburdur. Ve bu zorunluluk karısına ayrılma hakkını  verecek kötü muamelede bulunmasını önler. Boşanma kolaylığı, iki cinsin ayrı yaşadığı toplumun özel bünyesi sebebiyle, hemen  daima rastgele yapılan evliliklerin acı sonuçlarına çare olur. Kadının boşanabilmesi için az bir hakaret kafidir: kocasının kötü davranması, başkalarıyla konuşurken kendisine hakaret etmesi, karısını ihmal etmesi gibi. Kocasından şikayetçi  olduğu zaman yazılı olarak mahkemeye vermesi yeter. Devlet kimsesiz  ve geliri olmıyan dullara maaş bağlar, çocuk katili olmadıklarını söylerler, ama isteyerek çocuk düşürmeleri için özel müesseseleri vardır, bunları ne addediyorlar? fuhuş yok derler, Hadi canım ! bu yüz defa alınıp satılan bir sürü Kafkasyalı kadının mesleğine başka hangi isim verilebilir? “ Hiç değilse aleni değildir.” derler. Aşkla ilgili konuşma  ve mektuplaşmalar  yüzleri kızaran Türk erkeklerinden öğrenilmez; Hristiyan bir kadın arkadaşına mahremini anlatan saf bir hanımdan öğrenilir.(İstanbul 1874,Edmondo de Amicis)

MODERN HAN
 Osmanlının  yeni çağ yapısı eser  MS 1800lü  yıllarda yapılmış olabilir,  hatırladığım kadarıyla hanın yalnız bir duvar parçası kalmış. 1869 yılı Konya Vilayeti Sal-namesinin 2.cildinde Hanın adı geçmektedir. 1970 li yıllarda sağlam yapı olarak hizmet vermekte idi. Şahsım olarak hangi yılda yıkıldığını bilmiyorum, ama büyük ihtimalle 1980 den sonra yıkılmış olabilir.
Alman seyyah Friedrich Sarre 1895 yılında Ilgın’a ayak basıldığı andan itibaren ilgi çeken bina yan duvarlarının uzaktan görüldüğü. Kocaman “modern han” Küçük Asya’da gördüğüm en büyük kervansaray. Sokağa bakan giriş binasından her iki tarafa da dik açıyla,  iki uzun kanat yapı ayrılıyor ve bu mekanlar geniş bir avluyu çevreliyor. Giriş  katında ahırlar yer alıyor ve yukarı iki katta yani zemin üstü bir ve ikinci katta, oda kapılarının açıldığı ahşap galeriler var.
Her bir oda kapısının yanında bir pencere bulunuyor ama karşıdaki dış duvarda pencere açıklığı yok. Odaların önünden galerilerin merdiven tırabzanına uzanan ve masaya benzeyen çıkıntılarda yolcular yemek pişiriyorlar. O devirde iki katlı olarak kurulan bir han büyüklüğü ile dikkatimizi çekmişti ama hiçbir süslemeye sahip değildi. (Friedrich Sarre, Minor Asya.1895)

1

16 Mayıs 2015 Cumartesi

ESKİ ÇAĞ ANADOLU’ YA HİNDAVRUPALI KAVİMLER HİÇ UĞRAMADILAR; UĞRASALARDI BUGÜN Kİ GİBİ YAKAR YIKARLARDI

Hindavrupalı kavimlerin anavatanını aramak ve bulmak çabaları,150 seneden beri bilim adamları ve ideologların beynini kemiren bilim hastalığı haline dönüşmüştür. Aslında Hindavrupalı kavimler anavatanları denen o hayali ülkelerde hiçbir arkeolojik iz bırakmayacak kadar ilkeldiler. Hindavrupa dillerinin en doğusundaki Sankritçe ile en batısındaki Roman dilleri arasındaki ortak özellikler nasıl açıklanabilirdi? Mezopotamya-Irak arkeolojisinin artık neredeyse yok olması, bu körfez savaşından sonradır.
1870 ‘li yıllardan beri Hitit hiyeroglif yazısının çözülmesiyle uğraşan Sayce ‘in sessiz sedasız daha 1927 yılında Anadolu’yu Hindavrupalıların anavatanı olarak teklif etmesi de böyle çabanın ,yani anavatanı Almanların elinden alma çabasının ürünüdür. Alman ırkçılığı bu Anadolu sevdasını II.Dünya savaşında ortadan kalkmış. Anadolu’ya sahip çabalarının önünde, Avrupa ortak pazarının temellerini oluşturmak istiyorlardı. Onlara göre Çatalhöyük kültürünü yaratanlar bile Hindavrupalı idi. Türkiye’nin ortak pazara girmesiyle tüm bölge ortak bir Avrupa temeli üzerine oturtulacaktı.
Kültür sömürüsü ve ırk üstünlüğü  açılarından bir baş belası olan, ama gene de herkesin büyük hırsla ele geçirmek istediği Hindavrupa’dan, oldukça uzak Anadolu bozkırlarının içine atılmış olacaktı.
Sivas Bölgesi en geç Orta Hitit çağında  ( M.Ö. 15 .y.y)      Hitit siyasi hakimiyeti altında yer üstü buluntularının ve SOS kazılarının gösterdiği gibi Hitit hakimiyeti Erzincan ve hele hele Erzurum’a kadar hiç girememiştir, bu da tarihi şartlara uygundur.
Hitit metinlerinin Doğu Anadolu hakkında verdikleri bilgiler maalesef parmakla gösterilecek kadar azdır; bölge Mezopotamya yazılı kaynakların aydınlatılamayacağı kadar uzak yerlerdedir. Hititlerin, bölgenin coğrafi yapısı ve iklimiyle ilgili hiçbir şey bilmemeleri gayet tabiidir. Örneğin, kral II.Murşili Güney doğu Anadolu’da bulunduğu sıralarda, sonbaharın gelmiş ve kışın da yaklaşmış olmasına rağmen, Doğu Anadolu’ya  Azzi-Hayaşa’ya karşı bir sefer düzenlemeyi planlıyordu. Fakat Doğu Anadolu’nun soğuk iklimini, karlı ve dondurucu kış aylarını yakından tanıyan generalleri kral Murşiliyi ikaz ettiler, yoksa  1918 de Enver Paşa’nın yaptığı hatayı, tam 3000 sene önce oda yapmış olacak ve dönüşü olmayan bir sefere çıkmış olacaktı.
Gerçekte Azzi-Hayaşa ülkesinin nerede olduğu bilinmemektedir; ama Anadolu’nun diğer bölgeleri vasal devletlerle dolu olduğundan, boş yer olarak sadece Doğu Anadolu kalmakta, bundan dolayı da Azzi-Hayaşa buraya konmaktadır. Ermeniler ise kendilerini her nedense bu kavim Hayk- ile eşitlemek istemektedirler, ama bunu sadece bu kadar erken bir devirde Doğu Anadolu’da Ermeni varlığı olmasının imkansızlığı açısından bile gülünç bulduğunu belirterek geçeceğim. O devirde diplomatik Akatça değilde Hititçe olması Hayaşa’nın Anadolu toprakları içinde olduğunu ve Hayaşa’nın Hayaşacanın bir yazı dili olmadığını gösterir. Kral Şuppilulima devrine (m.ö.1315) tarihlenen metin, bize bölgenin etnik ve sosyolojik kimliği hakkında çok değerli bilgi verir, şöyleki: Andlaşmaya göre, kral III.Tuthaliya bölgeyi işgaleder ve Hititlere bağımlı hale getirir.
Hititler ataerkil, Hayaşa’lar anaerkildir. Kafkasya’daki arkeolojik verileri üreten insanlar en geç M.Ö.4.bin yıldan buyana hem birbirleriyle yakın akrabadır, hemde çok yakın karşılıklı ilişkiler içindedirler. Tarihi metinlerden bildiğimiz kadariyle bu kavimlere Hattiler,Hurriler, Kaşkalar, Azzi-Hayaşa’lılar ve tabiatiyle adını henüz bilmediğimiz diğer kavimlerde dahildir.
Hurriler anavatanları Transkafkasya’dan güneye geçip, Mezopotamya kültür toplumu içine girmesini başaran, oralarda büyük devlet kurmuş   olan ilk Kafkas kavmidir. Ayrıca Mezopotamya kültürünün Orta Anadolu ve özellikle Kizzuwatna-Kilikya’ya aktarılmasında rol üstlenmişler, Anadolu’nun büyük bir kısmı ile Çukurova’nın tamamını Hurrileştirmişlerdi. Kafkas halkı olan Hurrileri daha sonra Kassitler ve M.Ö.I.bin yılda Urartular izleyecektir.
Hattiler ise, yüzyıllar boyu Hitit uygarlığının belkemiği rolünü oynadıktan sonra  M.Ö.1400 den itibaren askeri baskılar sonucu onların içinde boğulup, yok olup gitmişler. Hitit devletinin kurulmasıyla Anadolu-Kafkasya ilişkilerinin koptuğu asla sanılmamalıdır. Bir defa Hitit’ler Anadolu’ya       çok az sayıda geldikleri için ülkeyi asla Hindavrupalılaştıramamışlardır.
M.Ö. 4.yüzyıl dahi Galat-Kelt göçlerinin gösterdiği gibi eski devirlerde yapılan göçler aristokrat bir zümrenin önderliğinde yapılıyordu. Aynı zamanda savaşçı aristokrat önderler, tüm göçten sorumluydular. Göçtükleri bölgeden ve yollardan değişik yapıdaki geniş kitleler bu öncü kitlelere katılıyordu. Ama onlar azınlıkta kalsalar bile, göçen gruba asıl damgasını vuran işte bu çekirdek zümre idi. Onların dışa vuran kimliği, aynı zamanda geniş yağmacı halk kitlelerine de yansıyordu. Hitit göçleri sırasında da  mutlaka onlardan    olmayan geniş halk kitleleri de onlara katılmıştı ve Hitit damgasını yemişti. Düşük kültür seviyeleri yüzünden de gelir gelmez Mezopotamya ve en önemlisi Anadolu’daki yerli Hatti ve Hurri etkisi altında kalmışlar ve tamamen assimile olmuşlar. Dolayısıyla en başta Hattiler olmak üzere Hitit siyasi hegomanyası altında yaşıyan ve sürekli kültürel üstünlüğe sahip yerli Anadolu halkları, bu iki bölge arasındaki kültür alış verişinde katalizatörlük yapmışlar. Örneğin Hitit heykellerinde tasvir edilen insanların Kafkas antropolojik tipleri, giyimleriyle (ayakkabılarının ucu ince yukarı kalkık  ayrıca kafya geçirilen, konik serpuşlar v.s.)                                                                       Hattiler maalesef kendi dillerini, kendileri yazmamışlar, onların dil kalıntıları, din ve kültürdeki üstünlükleri sayesinde Hititçe metinlerin içine girmiştir. Hititler; Hattice ilahiler, ayinler ve şarkıları bazen tercüme ederek, bazen de tercümesiz metinleri içine almışlar.       
Hattiler ile Hititlerin yüzyıllar boyu süren birlikte yaşamaları söz konusudur.
Bunun için melez kültür ve Hititçe bilinen ortak melez bir dil ortaya çıkmış. Örneğin Hattice ilahiler,ayinler,şarkılar v.s. Bundan ötürü Hititçeye İndogermen değil, indogemonoid diyen araştırıcılar çok haklılar, maalesef bugün o araştırmacılar pek fazla kalmadılar. E.Forrer: Hattice, Sumerce ve Kafkas dillerinin akraba olduğunu ortaya atmış, iyi ki genetik bir akrabalık dememiş çünkü büyük hata olabilirdi. Örneğin: Hattice “ashap” tanrı, washop “tanrılar”, Çerkezce asap? tanrı. Kafkas dilleri ünsüzler (konsonant) açısından çok zengin.
Kısaca sadece Hurrilerin genel anlamda bir Kafkasya halkı olduklarını ve Hurri dilinin Kafkas dilleriyle olan akrabalığını vurgulamakla yetineceğim.
Hurriler eski yakın doğu dünyasının kaybolmuş kavimlerinden sadece biridir. Sumer, Akkad, Mısır, Ugarit ve Hitit metinlerinde ve muhtemelen Tevrat’da kavim adı olarak geçmelerine rağmen, tüm yönleriyle henüz keşfedilmemişler. Araştırma tarihi açısından Hurrilerin bugünkü durumu, 1906’da Boğazköy arşivi keşfedilmeden ve Hititçe çözülmeden önceki Hititler ve hititcenin durumuna benzemektedir.
Hurriler gerek dil ve arkeolojik araştırmalarına göre anavatanları büyük ihtimalle  Transkafkasya’dır. Bu bölge Van gölü, Ağrı dağı ve Hazar Denizi arasındaki bölge. Bu dağlık bölgede M.Ö.3.bin yıl sonlarına kadar kendileriyle akraba olan Urartularla beraber yaşamışlar. Hititlerden yüzyıllar önce 3.bin yılın ortalarından ititbaren güneye, göç etmeye, Mezopotamya kültür dünyasının içine girmeye başlamışlar. Orta Anadolu’da en geç Asur Ticaret Kolonileri ve Güney-doğu Anadolu’da en eski Hitit belgelerinin ortaya çıkmasından beri mevcut olan Hurri varlığı, bu kavmin buralara doğudan, yani Dicle Nehri ötesinden göç yoluyla gelmediği, aksine Hattiler gibi yerli kavim olduğunu göstermektedir. Hurrice tıpkı gene Kafkas kökenli dil olan Hattice gibi aglutine (bitişken) dildir. Yani sözcükler, arka arkaya dizilen sonekler aracılığıyla türetilir. Örneğin: Türkçedeki  sev-iş-tir-e.me-dik-ler-i-miz-den-dir-ler. Örneğin  İngilizcede en az sözcükle anlatılabilmektedir.
Sonuç olarak özellikle Kalkolitik çağdan M.Ö.1500 lere gelinceye kadar, Kafkasya ve Doğu Anadolu’da ortak bir kültür hakimdir. Yani buralara dışarıdan yabancı kavimler gelmemiştir. Özellikle çoğu kez öne sürüldüğü Hindavrupalı kavimlerin ortak özellikleri, her gittikleri yerde, oradaki erken yerli kültürleri talan etmeleri ve yıkmalarıdır. Orta Anadolu’daki Hatti kültürü, İran’daki Elam, Hindistan’daki Dravit kültürü ile Yunanistan’da yıkılan Minos ve Roma’daki Etrüsk kültürleri bunun açık örnekleridir. Bunlara yakın zamanda İspanya, Amerika, Avustralya, Güney Afrika ve Yeni Zelanda eklenebilir. Ki bu sonuçları Hristiyan misyonerliğinde desteğiyle göç edilen veya kolonileştirilen ülkelerin yerli insanlarını tamamen yok etmişlerdir. Malum Slav istilaları ve yayılmacılığı; Kafkasya’da böyle tehlike yaratmış idi.
Kafkasya ve Doğu Anadolu da  ki ortak kültür ve ta! neolitik çağdan en geç M.Ö.1500 lerin başlarına kadar aralıksız devam etmiştir, aksine hindavrupa kavimlerin anayurdu olduğu konusunda yaratılmak istenen tüm oldu bittilere rağmen, Hindavrupalılar ve özellikle Hititler ve Ermenilerin ataları bölgeye asla uğramamışlardır küçük bir ihtimal, Hititler Anadolu’ya göçerken buralarda hiç iz bırakmadan geçmiş olmalarıdır. Eğer uğramış olsalardı yakar yıkarlardı ve bölge kültüründeki devamlılık söz konusu olamazdı. Faydanılan kay: Ahmet Ünal.   

3 Nisan 2015 Cuma

Osmanlı İmparatorluğu Coğrafyasından Görseller

 Anadolu çoğrafyasında Hatti-Hitit haritası


Neolitik Çağ Konut içi gömü




Ağlama Duvarıında dua 19.yy.

Kudüs'teki batı duvar kalıntısı M.Ö. 973-933 yılları arasında inşaa edilen Süleyman Mabedi'nden kalmadır. 

Atina Bazarı tarih 1805