18 Ekim 2014 Cumartesi

HATTİLERİN DİL, FİZYONOMİ VE TEKNOLOJİ ÜRETMELERİ HAKKINDA ARAŞTIRMA


               (MÖ.2500-1700)
               Anadolu Yarımadasının bugün için bilinen en eski adı “ Hatti Ülkesi” idi. Hind-Avrupalı Hititler ; töre ve örf bakımından büyük ölçüde Hatti etkisinde kalmıştır.
              
Hititlerin tanrıçası, onun kocası fırtına tanrısı, çocukları, yani Nerik, Zippalanda. Fırtına tanrıları, kızları Mezullaş ve torunları Hatti kökenli idiler. Telepinuş ve eşi Hatepinuş da Hattilerden gelme idi.  Telepinuş efsaneleri aslında Hatti medeniyetinin ürünüdür.

Hatti Dili: Mesela rahip hattice konuşuyor. Dağ, nehir, kent ve tanrı adlarından, bazı dini ve mitolojik konulu metinlerde hatti dili kalıntıları elde edilmiştir. Hattice, Hind-Avrupa ve Sami dillerinden tamamiyle değişik, kendine özgü bir dil olduğu saptanmış.

Hattiler Anadolu’nun yerli halkı idi. Beylikler halinde idare ediliyorlardı. Bir çeşit kent devleti olan bu beylikler MÖ: 2200 den sonra teker teker  Hititlerin eline geçmeye başladı. Mısır topraklarında ki Kadeş savaşı tasvirlerinde yapılmış olan “ Hititli” tanınan büyük burunlu askerler yine o tasvirlerde ki krallarından bambaşka bir etnik tip göstermektedir.

Hatti Sanatı: İlk defa A.Goetze: Alişar ve Alacahöyük’deki erken tunç devri tabakaları Hattilerle ilgilidir. Arkasından Kurt Bittel’de aynı görüşü ileri sürmüş.

Söz konusu Hitit askerleri MÖ: 2000 tarihlerinde yapılmış Hasanoğlan gümüş heykelciğinin fizyonomisini andırmaktadır. Heykelcik Hatti sanatının madenlerinden yapılmış. Hattilere ait altın, gümüş, elektron ve tunç eserler Kızılırmak kavisinde ile   belki de  Orta Anadolu’da yaygın olduğunu biliyoruz.Ayrıca yazıyı bilmiyorlar. Zengin halk, yumuşak bakırla, kalayı karıştırıp tunç dökebiliyor. Dünya öküzün  boynuzları üzerinde duran Alacahöyük ve Horoztepedeki kutsal anlamdaki hayvan heykelcikleri şeklinde alemlere Güney Rusya’da Maikop medeniyetinde de rastlanmıştır.

Alacahöyükte mezarlarda çıkan krallara ve krallık mensubu mezarlarda ölü  “hocker” duruşunda sağ yanı üzerinde ve yüzü güneye, ayakları doğuya yönelmiş olarak yatmaktadır. Cesetler ölü giysileri ve çok zengin armağanlarla birlikte gömülmüştür.

       Zaten Hattilerin; Anadolu’nun daha çok Orta bölgeleri ile Güney doğu çevrelerinde yerleşik oldukları anlaşılmaktadır. Akkatça uzman Dr. Emin Bilgiç’in tesbit ettiği Hattice yer adlarına Güney Doğu Anadolu’da rastlamaktayız.

Tanrı ve kral tasvirlerinde özellikle Yazılıkaya rölyeflerinde (kabartma) düzgün burunlu, güzel yüzlü başlara rastlıyoruz.

Hatti tipi: Mısır rölyeflerinde Hitit askerleri büyük ve kavisli bir burun ve arkaya doğru meyilli bir alın gösterirler. Kaynak: Bossert, Anatolien. Bu askerlerin Hatti bölümünde anlattığımız üzere yerli Hatti halkının tipini temsil ettikleri düşüncesindeyiz.

Homeros’a göre; iri yapılı ve uzunca olup  geniş yüzlü, yuvarlak yani top kafalılar. Birde savaşçı ve inatçılar. İlmi açıdan brakisefal, minkari iri kalın burunlu iri yapılı uzunca insanlar. M.Ö.13.yüzyıl duvar resimlerine göre,  kafanın arkasına doğru meyilli alınlı. Geniş omuzlu iri yapılılar.

Melez tip: Geniş yüzlü, güzel, büyük ancak düzgün burunlu yüzler. Bu tip Hatti ,Hitit kaynaşmasından oluştuğu kanaatındayız. Aynı tip insanlara Çorum- Yozgat çevresinde bugünde rastlanmaktadır.

Hitit rölyeflerinde ön cepheden tasvir genellikle yapılmıyor, insan ve hayvan figürleri hep yandan (profilden) gösteriliyordu.  

Şarkta kabartma resimler “ ön cepheden görüntülenmiş.”

Hititler çağdaş Mısır ve Mezopotamya’da olduğu gibi kabartmalardaki insan figürlerini gözleri ile gördükleri biçimde değil, kafalarında düşündüklerine göre tasvir ediyorlardı. “Cevap: Büyük ihtimalle, Hatti-Hitit medeniyetinin hakimiyeti altındaki bölgelerde yaşıyan etnik insan profillerinin dış  görünüşlerini hesaba katarak mükemmel rölyef ortaya çıkarmaya çalışan heykeltraş aynı zamanda taşa şekil veren sanatçı; beğendiği  gelişmiş uzuvların görüntülerini bir araya getirip, yeni bir insan tipi ortaya koymuş olabilir.”

Bu tasavvura göre insanın uzuvları en anlamlı olarak. Yüz her zaman profilden, göz tam cepheden, göğüs ve vücudun üstü önden, bacaklar ise yandan tasvir ediliyordu.  
Kay: Dr.Ekrem Akurgal,Hatti-Hitit Uygarlıkları.

Hattiler Tevrat’a göre Kenan’ın soyundan türemişler. Ayrıca Hattiler Hz. İbrahim döneminden beri (M.Ö.20 ve 19.yüzyıl) Filistin de vardılar. İbraham (a.s) Hebron’da cenazesini defnedeceği bir mağara satın almış. İlginç Tevrat’ta adı geçen İsav (İsrail oğlu) Hattilerden hanımlar almış ve Musa kavminden çok kişiler Hatti kızlarıyla evlenmişler.





28 Temmuz 2014 Pazartesi

İNSANLIK ALANININ 12 BİN YILLIK GİZEMİ GÖBEKLİ TEPE


Bu dini tapınak insanlık için bir ilk. Kazı çalışmaları süresinde yazılı veya hiyeroglif tablet çıkmadı. Yorum yapmayı kolaylaştıran insan rölyefleri, İnsanın günlük hayatında kullandığı seramik (çanak, çömlek) parçaları, kesici, delici, yontu aletleri  metal çıkmadı. Metalden imal edilmiş; ok ucu, bıçak, kılıç çıkmadığı gibi kireçtaşı blokların üzerinde tek insan  rölyefi dışında başka kabartmalar yok.
Dini eksenli tapınağın çevresinde su kaynağı yok, insan barınağı olan ev yok, ocak yok. “Sanki Kerbela!”
Anıtsal nitelikli ve üstü açık yani örtüsüz yapının tek inşaat elemanı görünürde moloz taş, devasa  “T” şekilli kreç taşı 4,5 metre yüksekliğinde ve tonlarca ağırlıklı dikmeler var. Yerinde görmek gerekir ama uzun moloz taşlar üst üste bindirme teknikli kuru yığma gibi. Resimlere baktım çamur harçla yapılı görüntü vermekte.
“T” biçimli kireç taş dikmeler yontulmuş üzerine gayet insana bir fikir verecek özellike hayvan rölyefleri, insan kötü ruhlardan koruma amaçlı.
Göbekli Tepe de “ölüleri gömmeyi bilmiyorlar. Açık alana bırakıyorlar. Yırtıcı kuşlar ölüyü yiyerek iskelet haline getiriyor.
Kireç taşı laboratuvar incelemesi neticesi “Karbon (C14) metoduna göre yaklaşık ” 12 bin yıllık bir eser olduğu ortaya tahmin ediliyor.
Sonuç itibariyle: İnsan, taşı yontmayı biliyor. Yontu malzemeside: kesici, yontucu alet “çakmak taşı”dır.Bir de duvar örmeyi biliyor. Anladığım kadarıyla “barışı kavgasız, bölünmeden bir arada yaşamayı dinin öğütlediği bu devasa tapınak,  yüksek bir tepede ve kapısız , sanki çevreden gelecek saldırılara karşı gözetlemek için girişe aslan rölyefli dikmeler var. Bu dönem küçük insan topluluğu, yiyecek toplayıcı ve hayvan avcısı, beslenmek için hayvanı avlayıp etini yiyor ve derisini kullanıyor.
“T” biçimli dikmeler sanki insan tasvir gibi belkide iç içe halkalar zikir amaçlı dini bir ibadet yapılıyor gibi.Her 30 yılda bir, insanlar taş dikmeler gömmüş olabilirler. Halkalar iç içe geçişli yapılmış. Asırlar boyu inşa edilmiş sonra doldurulmuş, sonrada terkedilmiş. Halkalar Mevlana da ki gibi güneşin etrafında dönmeyi tasvir edebilir.
İçten dışa doğru ilk halkada 12 insan şekilli dikme taş bir şeyi temsil ettiği kanaatindeyim. Örneğin Hattuşaş’ta ki 12 Hatti tanrısı.

13 Temmuz 2014 Pazar

26 Mayıs 2014 Pazartesi

YAHUDİ BİLİNEN HALKLAR;  SAMİ SOYLU ARAPLAR OLAMAZ MI?

(Arkeolojik Kazıların Sonuçlarıyla)


Kenan adı, mö.15.yüzyıla ait umrum yazmalarında “Knakhni” şeklinde geçmektedir. Eski kitabelerde “Kan-nan” adında bir Babil şehri geçmektedir. Bu şehirde  oturanlara Kanunai (Kenani) deniyordu ki; Filistin’deki Kenan adının aynısıdır.

ARAMİ KABİLELERİ GÖÇEBE ARAPLAR AYNI KÖKTEN:


Tarihçiler; Aramilerin Arap kökenli olduğunu, yani onların ve göçebe Arapların aynı kökten geldiklerini; bu yüzden tüm göçebe Arap halklarının İrem’e mensup bulunduklarını ve Ereman diye adlandırdıklarını kaydetmektedirler.
Göçebe hayat süren Araplar ON kabiledir. Bunlar: Ad, Semud, Taşın, Cedis, Amalik, Abil,  Ümeyn, Vebar, Rahet, Casim ve Kahtan (oğulları)
Aramilerin Arap olduğu kesin. Örneğin Asur kralı Asarhaddon kitabelerinde, Aribi(arap) kralı Hazail’in büyük miktarda vergiyle  birlikte  boyun bükerek  Ninova’ya geldiği belirtilmektedir. Hazal adıAramice bir kelimedir.                                                                                                                                                                      
Sonuçta bu üç halk; Kenanlılar, Amoriler ve Aramiler tek bir soydan. Yani Sami Araplarının kökeninden gelmektedirler.
AKKAD’lar; Mezopotamya’ya göç edip ilk SAMİ İmpratorluğunu kurdular. Akkad göçü, bu göç Arap Yarımadasından  Fırat sahillerine  göç eden Sami toplumu, Arapların en eskileri sayılır. Bu halk buğday yetiştirmiş. Bölgede inek, koyun, keçi, eşek ve domuzları çoktu. Büyük Sargon Mö 24.yüzyılda  kurduğu  ve yaşadığı başkent “Akkad’a  nisbetle Akkad imparatorluğu adını verdiği  Sami  Akkad’ların  çekirdeğini oluşturduğu imparatorluktur.  İki bin yüz elli sene ayakta kalmış, daha sonra Zagros dağlarından  gelerek Babili ele geçiren ve ülkedeki Akkad yönetimine “ Dağlı Guti kabileleri tarafından yıkılarak son verilmiştir.
Akkad İmparatorluğu, bereketli hilal ve Elam’ın büyük kısmıyla Küçük Asya’nın Akdeniz’e  kadar uzanan bölümü sınırları içine alıyordu.
Sargon’dan yapılan rivayete göre kendisi Girit’e  kadar gitmiş. Hatta Sargon; Güney Irak’taki Sümer prensliklerini istila etmiş. Daha sonrada Sami Arapları Nil vadisine göç etmiş.
ASURİLER VE ASUR İMP (3.Sami İmparatorluğu)
Asuriler, Sami lehçesiyle (aksan) konuşuyor. Ve çivi yazısını kullanıyorlardı. Arkeologlar Asur devleti tarihini üç ana bölüme ayırmaktadırlar. Asuriler belli bir sure sonra eski dünyanın gördüğü en büyük ve tehlikeli güç haline geldiler. Ticaretle çok ilerlediler ve Küçük Asya’ya ticaret kervanları gidip geliyordu. Sonuçta taht kavgaları yüzünden Mö 612 yılında yıkıldılar.
NOT: Asurilerin  temeli askeri güç üzerine kurulmuş. Mö II.binde silahlarını bakır-bronz karışımı metalden yapmışlar. Özelliklede Hattilerden de demiri işlemeyi öğrenmişler.
Asurbanipal’in  Mö 689 da kendi adına yaptırdığı kütüphaneden “arkeolojik kazılarda ele geçen 25 bin tablet” Asur şehirlerinde ki sanat, edebiyattan bahseder.
İBRAHİM PEYGAMBERLE ÇAĞDAŞ OLAN HATTİLER 19.YÜZYILDA FİLİSTİN’DA VARDI:
Hattilerin esas ülkesi Anadolu’dur. M.Ö.3.bin yıldan beri Güneyden  Toros sıradağlarının Kilikya  sahilinden, başka bir dağ şeridininse Ege sahilinden  ayırdığı tabii sınırlarla çevrili yüksek bir bölgeye yerleşmişlerdi. Bilim adamları  Hattilerin buraya göç dalgaları halinde  Doğu Avrupa’dan ve daha ziyade Balkan ve Kafkaslardan geldikleri görüşündedirler.
Hattiler hakkında en eski bilgilere Asurilerin “Küçük Asya’daki” Asur Ticaret Kolonilerinde  bıraktıkları  kitabeler sayesinde ulaşılmıştır ki, bu kitabelerin yazılış tarihi Mö .20 ve 19.yüzyıllardır.
Hattiler, Suriye’nin kuzeyinde idari  merkezi Karkamış olan güçlü bir krallıklarmış. Fetih hareketlerini sürdürerek Ege kıyılarına gelmişler. Lykia, Mysia, ve Kilikya’yı ele geçirmişler. Bu arada Hattilerle birlikte,  Suriye ve Filistin’ide rahatsız eden Mısır Fravunları arasında gerginlik had safhaya ulaşmıştı.
Sonuç Mö 1299 da Hattilerle,  II.Ramses  arasındaki  Kadeş savaşı,   Mö 1269  tarihi sonunda  Ramses’le, Hatti kralı III.Hattuşili arasında Kadeş anlaşmasıyla son buldu.
Hatti imparatorluğu 250 sene ye yakın bir süre varlığını sürdürdükten sonra Mö 1200’den itibaren yavaş yavaş erimeye başladı. İmparatorluğa bağlı beylikler birbiri ardınca  Hatti hakimiyetinden çıktı. Sonunda Batıdan Yunanlılar (Ege tarafından), Doğudansa  Asuriler, Hattileri sıkıştırarak  Mö 717 yılında II.Sargon  (Asur kralı),  Hatti hükümranlığına son verdi. Hattiler, Anadolu’da kullanılan Hind-Avrupai dillerinden biriyle konuşuyorlardı. Her ne kadar dilin kökeni tam olarak tesbit edilememişse de,  Hin-Avrupa dillerinden birisi olarak  tahmin  edilmektedir.
Alfabe olarak eski Akatça çivi yazısı diye bilinen yazı şekilleri kullanıyorlardı. Ve o dili de  Hurrilerden almışlardı.
Hattiler Tevrattada geçmektedir. Tevrata göre Hattiler Kenan’ın  soyundan türemişler. Yine Tevrat’a göre  Hattiler İbrahim el Halil zamanından beri  (Mö 19 .yüzyıl)  Filistinde var idiler. Ve İbrahim Peygamber Hatti oğullarından, Hebran’da cenazesini  defnedeceği bir mağara satın almıştır.
Bundan başka Tevrat’a göre İsav, Hattilerden Hanımlar almış ve İsrailoğullarıda( yani Musa kavmi). Hatti kızlarıyla  evlenmişlerdir. Hz. Süleyman’ın da  Hatti soylu hanımları vardı. Hezekiel Ur Şelim’e  “Baban Amorlu, anansa Hattilidir diye seslendi.
FİLİSTLERİN, FİLİSTİNE GÖÇÜ:  
Filistin’e en son göç edenler Filistler. Aynı Filistler  Ege sahillerinde yaşıyan halklardandı. MÖ 12.yüzyılın ilk yarısında yukarı Suriye  sahillerini işgal etmiş, oradan  II.Ramses döneminde Mısır’a saldırmışlardı. Sonunda Mısır sahillerinde uğradıkları yenilgi sonrası Güney Filistin sahiline  yönelmiş ve güneyde ki Yafa bölgesine gelmişler. Günümüzde dahi Filistin yurduna işaret etmek amacıyla kullandığımız “Filistin” kelimeside  onlardan gelmekte. Filistler tarafından kurulan ve güneyden kuzeye doğru uzanan şehirler şunlar Gazze, Askalon, Gat, Aşdod, Akron. Tevrat, Filistinlilerin bu köylerde  yaşıyan  Avvalıları  sürerek  onların yerine yerleştiklerini kaydetmekte.
Filistinliler; Kenanlı ve Amorilerle tamamiyle kaynaşmışlar. Kral Davut, pek çok Filistin şehrini hakimiyeti altına almış. Daha sonra ki dönemde ise Filistinliler  Asurilerin hakimiyeti altına girdiler.   Arkeologlar , II.Ramses , Amon tapınağının duvarına kazıttığı  yazılar ve işlettiği tablolar Filistinliler hakkında yeterli bilgi edinebilmişler. Örneğin Mısır kralı Ramses Filistinlileri anlatırken şöyle diyor: Hiçbir ülke onların baskın gücü karşısında duramadı.
Hattilerin ülkesi; Kud’u, Karkamışı ve Kıbrısı tamamını bir darbeyle yerle bir ettiler. Burada oturan halkları  kılıçtan geçirdiler , topraklarını tahrip ettiler ve Mısır’a saldırdılar. Tüm ülkeye yani dünyanın en uzak noktasına yüklendiler. 
Sonuçta ülkesini Filistinlilere karşı savunan Ramsese’in anlattığına göre,  Filistinlilerin antropolojik , çehreleri Avrupalıları ve özellikle Yunanlıları anımsatır tarzdadır; üzeri tüyle süslü tolga giymektedirler. İri atlar tarafından çekilen tek parça yuvarlak tekerlekli savaş arabalarına binmektedirler.
Fransız arkeolog H. de Baratan diyor ki: Batı bölgemizde  ve Fransız kökenimizde  ETRÜSKLER  adında bir kitap yayınladığını, eserinde  Etrüsklerin Suriyeli  Fenikelilerin bir kolu olduğunu belirtir ve Etrüsk adının eski Mısır dilinde “Nil Denizcisi” anlamına geldiğini, Filistinlilerinde asker ve muharip oldukları söylenmektedir. Aynı araştırmacı Suriyeli Fenikelilerin çok değişik isim kullandığını belirtir. Ayrıca aralarında askerliğe ilgi duyan Filistinlilerin bulunduğu adları saymaktadır. Dr. Maruf ed Devalibi; Filistinlilerin Tevrat’ta ve Kuran da zikri geçen “dev yapılı kişiler olduklarını belirtmekte. Devalibi, ayrıca Filistinlilerin kesinlikle Arap olduğunu; Suriyeli Kenan-Fenikelilerinde Filistinlilerden başkası olmadığını, Kenan’da adı geçen “dev yapılı” insanlarında ancak Filistinliler olabileceğini kaydetmektedir. Birde konunun uzmanı olan bilim adamları  Filistinlilerin milliyet ve dil yönünden kökeni bilinmeyen bir halk olduğu; Lydia, Ege ve Kuzey Suriye’yi içine alan sahil bölgesinden gelerek Mö 12.yüzyıl başlarında  Mısır’a saldırdıkları, Mısırlıların ancak  III.Ramses zamanında durdurabildikleri, bunun üzerine, Filistin’in güney sahillerine gelerek  adı geçen şehirlerini kurdular konusunda  hem fikirler. Yine aynı bilim adamlarına göre Filistinliler hızlı bir şekilde Kenanlılarla kaynaşmış, onların, il ve kültürünü benimsemişler. Günümüze ulaşan Filista kelimesi de ilk defa III.Ramses’in kitabelerinde geçen kelimedir.Etrüsklere gelince, onların Mö:8.yüzyılda İtalya’nın orta kuzeyinde yaşadıkları ve varlıklarını Ms 3.yüzyıla kadar sürdürdükleri bilinmektedir. Tarihçiler Etrüsklerin kökleri hakkında görüş birliği sağlayamamışlar.
HERODOT’a göre Filistlerin; Lidya’dan veya Ege sahillerinden geldiklerini belirtmektedir. Dilleri Hind-Avrupa dillerine benzemediği için nasıl bir dil olduğu konusunda bilgi yoktur. Hatta şehirler arasında Filistin adlı bir yerleşim birimi bulunsa dahi, bu söz konusu adın Kenanlılar veya Fenikeliler yahut Amaliklerle bir ilişkisi bulunduğu anlamına gelmez. Çünkü Filistin adı eski bir kelimedir. Milattan 600 yıl öncesine ait Mısır metinlerinde geçen eski isimlerdendir.
SÜMER, BABİL VE MISIR’DA KIYAMET ve DİRİLİŞ:
Sümer ve Babil tabletleriyle Tevrat metinleri arasında ölümden sonra başka bir hayatta yeniden dirilme konusunda tam bir örtüşme olduğu görülmekte. Her ikisi de  kıyameti ve yeniden dirilişi inkar ederler.
Sümerler ve Babilliler, öbür dünyayı karanlık ve korku dünyası olarak görürler. Oraya giden insan bir daha oradan çıkamaz. Sümerler, tanrı Nergal’in hükmettiği bu dünyayı yer altı dünyası adını verir ve bazende “ölüler kenti” adını verirler. Kısaca Babil ve Sümer inançlarında , cennet, cehennem yahut nimet ve azap inancı mevcut değil.

Halklar , uykuyu  ölüme en yakın örnek olarak kabul ederlerdi. Sümer ve Babillilerde ölümün ,insanın gözlerini yumduğu anda devam eden bir tür bilinci sakladığına inanıyorlardı. Ölünün Edmu denilen ve koyu gölge şeklinde olduğu düşünülen ruhu, ölüyle birlikte aşağı dünyaya iner, dini ayin ve törenlerin yerine getirilmesi sırasında onunla birlikte orada kalır. Eğer belirlenen şartlar yerine getirilmezse, bu koyu gölge Edmu yer altındaki ölüler dünyasından çıkıp gelen kötü bir Ruha dönüşür; insanlara ve özellikle ölünün yakınlarına zarar verip, kötülük edebilir. Onun için insan, Edmu’nun Ruhlar dünyasından çıkıp gelmesini önlemek için defin merasimini dini kurallara uygun olarak yerine getirme konusunda titiz davranırlar.
Tevrat’a baktığımız zaman, başka bir dünya da yeniden dirilme, haşrolma görüşüne veya öbür dünyada ceza ve ödül  olduğu fikrine rastlıyamıyoruz. Cezanında, ödülünde bu dünyada olduğu konusunda ki benzerlik Babil kaynaklarında ve Tevrat’ta açık bir şekilde görülmektedir. Tevrat, Sümer ve Babil metinlerinde geçen yeraltı dünyasına “Seba” adını verilmektedir. Sümerler, Fırat nehrinin, yani bol su kaynaklı “Apiso” bölgesini kutsal cennet olarak adlandırmış. Çünkü Arkeologların büyük kısmı, Samilerin yaklaşık Mö 4.bin yılda, Arap Yarımadasından Fırat sahillerine geldikleri ve buraları Sümerlerden Binyıl kadar önce yurt edindikleri konusunda görüş birliği içindedirler. İşte Sümerlerden önce Fırat nehri civarına ve özellikle nehrin Pison, Ceyhun, Dicle ve Fırat adıyla dört kola ayrıldığı deltaya yerleşen Samiler, buraya cennet adını vermişler. Sümer edebiyatı Yahudileri çok derin etkilemiş. Kısacası: Sümerlerden 1000 yıl önce Samiler Fırat nehri bölgesine yerleşmişler.
Tufan Hadisesinin,  Kuzeyde  Sippar şehri ile ( Sami -Akadlarına ait kentlerden biri) Güneyde Ur şehri arasında uzanan bölge dışında olması mümkün değil. Burada Sami -Akkadlılar ile Sümerler yanyana yaşıyorlardı. Bölge taşkın sularından etkilenen açık bir arazi  durumunda idi. Arkeolog Edward Chiera; tufan hikayesinin Babil ve Asuri edebiyatından alındığını belirterek “Kil Üzerine Yazılanlar” adlı eserinde şöyle der: Tufan hikayesi, Tevrat’ta sözü edilen tufan hikayesine  gerçekten benzeyen Babil ve Asuri edebiyatından doğmuştur. NUH’un gemisi muhtemelen yerli malzeme olan Hit ağacından yapıldığı, geminin iç ve dış cephesi de vernikle kaplanmış olmasıdır.

MUSA’NIN DOĞUŞ HİKAYESİ ve BABİL METİNLERİNDE MUSA EFSANESİ:

Musa’nın doğuş hikayesi  Yahudi orijinlidir. Yahudi halkı tarafından yaratılan bu hurafenin amacı halkı kendi içinden çıkan lidere  bağlamaktır. Burada dikkat çeken özellik, çocuğu suya bırakan birinci ailenin kesinlikle hayali, onun bakımıyle ilgilenen ikinci ailenin ise gerçek olduğudur.
Güney Irak’ın, Akkad bölgesinde ele geçen bir ÇİVİ Yazılı tablette bulunan yazılı hikaye Mö 24.yüz yılda “Akkad kralı I.Sargon’la ilgilidir. Hikaye şöyle: Sargon’un anası tapınak bakirelerindendi ve babası bilinmiyordu. Kadın çocuğu gizlice doğurur ve papirustan yapılmış bir sepetin içine koyup ağzını bitümle sıkıca bağladıktan sonra  Fırat nehrine bırakır. Sepeti “Ki” adında çiftçi bulur ve evlat edinir. Çiftçi ailede yetişen çocuk bostan bekçisi olur. Sonunda Tanrıça İştar bu bostan bekçisi yetişkin olan Sargon’a gönlünü kaptırır ve böylece  Sargon; Sümer ve Akkadların kralı olur.  “Bu tür rivayetler Musa, Kyros ve Romulus gibi isimler içinde geçerlidir.
HAMMURABİ KANUNLARI ve TEVRAT
Hammurabi kanunlarıyla, Tevrat kanunları arasındaki açık ilişki, bu konuda bir delil olarak gösterilebilir. Hammurabi ve Tevrat’ta ki   bazı kanunlar arasında  büyük çapta benzerlik bulunmaktadır. Yani Tevrat hukukunun yazılımında, kendisinden en az beş yüz yıl önce yazılan Hammurabi kanunlarından geniş ölçüde  faydalanılmıştır. Bu tarih  Tevrat’ın Hammurabi kanunlarından 1300 yıl sonra kaleme alınışını değil de. Musa’nın Mısır’dan çıkışı sırasında  ortaya çıktığı tarihi kabul ettiğimiz zaman geçerlidir. Hammurabi kanunları, toprak sahipleriyle  marabaları arasındaki  ihtilafları da unutulmamış. Halbuki Tevrat kanunlarında bu tür maddeler yer almamış. Çünkü  İsrailoğullarında  her bir çiftçi kendi toprağının sahibiydi.
ARKEOLOJİK YAZITLAR IŞIĞINDA:  
Prof.Ed. Meyer: Fenikeliler sünnet oluyordu. MS. I ve II.yüz yılda Filistin’de ki  gayri Yahudi halklarda sünnet geleneği vardı. Tevrat’a göre sünnet Rab ile İbrahim arasında ki  andlaşma. Başka bir misal Musa’nın Medyanlı karısı Sippora da keskin çakmak (sileks,obsidiyen) taşıyla oğlunu  sünnet etmiş. Meşhur arkeologlar ileri giderek, Tevrat kanununa- aynı kanun olması itibariyle- Kenan Kanunu  adını vermektedirler. Kısaca İsrailoğulları (Museviler) hazır kanunlar buldular ve Kenan’da ki hayatları boyunca onları uyguladılar.
Prof. Kugenbırd “artık ibrani dininin yani Yahudiliğin mahalli olarak gelişip tekamül edemeyeceği kesinlik kazanmıştır. W.Durant’ın görüşü şöyle: Arap Yarımadasındaki ülkelerde MÖ 3.binli yıllara ait yaratılış, sapıklık ve tufan hikayelerine kaynak teşkil eden pek çok efsane vardı.
ARKEOLOJİK BULGULAR IŞIĞINDA TEVRAT:
Sümer ve Babil tabletleriyle Tevrat arasında insanın tanrı ve tanrılar suretinde yaratıldığı  konusunda benzerlik mevcut. Sümerler ve Babiller, tanrılarına insanın sahip olduğu bütün sıfatları yamamışlar. Onlarında insanlar gibi özellikleri ve eğilimleri vardır. Tanrıda yaşar, yer, içer, evlenir, evlerde oturur. Oturduğu evler onun tapınaklarıdır, orada hizmetkarları, temizlikçileri ve kahinleri vardır. Her tanrının bir karısı veya karıları, cariyeleri, maşukaları; kızları ve oğulları vs. vardır ki, bunlar büyük kralların hayatlarındayken ve öldükten sonra ilahlaştırılmasının göstergeleridir. Ancak tanrılar insanlardan  bir özellikleriyle ayrılırlar ki o da ölümsüz ve ebedi olmalarıdır. Ama eğer ilkbahar tanrısı ölmüşse, bu geçici bir ölümdür. Tanrının tekrar hayata dönmesi ise insanoğlunun aksine son derece normal bir olaydır. Tanrının asıl oturdukları yer gökyüzündedir. İstediği zaman yeryüzüne inebilir ve insanların kaderini etkileyebilir. Onun insanı yaratmaktan amacı da kendisine ibadet etmesi, yaşamak için ihtiyaç duyduğu malzemeyi sağlamasıdır. Haliyle bu ihtiyaçları karşılama konusunda insanoğlunun yapacağı bir hata veya kusur, onun susuz kalmasına, kendisinden intikam alınmasına, dünya hayatında azabın her çeşidini tatmasına sebep olabilir. O halde tanrıların gönlünü almak için insanın çok çalışması ve gayret sarfetmesi gerekir. Çünkü tanrıların öfkesi, göz yaşı ve tahribat demektir. Aynı şeyi Tevrat’ta görüyoruz. “Tanrı, insanı erkek ve dişi olarak kendi suretinde yarattı. Diğer yandan Sümer ve Babil metinlerinde şahısın Tanrının hoşnutluğunu kazanması için yapması gereken şeyler Tevrat’ta da var. Kısaca Yahudilerin pek çok şeyi Babillilerden ödünç aldığı şüphesiz.
UYDURUK YAHUDİ MEDENİYETİ ÖRNEĞİ:

Baal Arap Tanrısı. Bu Baal  aslında Kenanlıların tanrısı. Onlardan Araplara geçmiş. Kısaca Museviler kendilerine ait olmayan, aksine başkalarının alın terinin semeresi olan bir medeniyeti teslim almışlar. Üstelik Yahudi asıllı Dr. İsrael Walfenson kabul ederek, Arap ülkelerindeki Yahudiler kesinlikle hiç bir deha ve üstünlük sağlayamamış, düşünce alanında her hangi bir dönemde meşhur fikir adamı çıkaramamışlar demekte.
BREASTED’İN görüşü, İsrailoğulları (Musa kavmi)  Kenan iline geldiklerinde,  bölgedeki medeniyet 1500 yıllık tarihe sahipti. Evleri son derece rahat; hükümet, sanat, ticaret, okuma –yazma, din ve medeniyet oldukça gelişmişti. Vatanlarından ayrılan İbraniler(Museviler) bunları olduğu gibi aldılar. Kenanlılarla kaynaşmaları İbranilerin hayatlarında  ciddi değişiklikler yapmış. Bazıları çadırları terk ederek, Kenanlılar gibi evler yapmaya, deri elbiseleri çıkararak, yerlerine Kenanlıların giydikleri yünlü kumaşlardan yapılmış elbiseler giymişlerdi.
Eski Mısır ve Babil kitabeleriyle ayrıca arkeolojik kazılardan da anlıyoruz ki , İbranilerden (Musevi) önce Filistin’de  oldukça gelişmiş bir medeniyet vardı. Filistin’deki Kenan medeniyetinde Babil kültürünün önemli etkisi vardı. Mısır ordusu Filistin’e  milattan 2500 sene önce girmişti. Mısır Fravunları Mö 16.yüzyılda  Fırat nehrine kadar olan bölge Mısır Fravunları Mö  16.yüzyılda  Fırat nehrine kadar olan bölgeyi hakimiyetleri altına aldıklarında, Filistin zaten 400 sene Fravunların ellerinde kaldı.
Merhum Porf. El-Akkad, şöyle diyor, İsrailoğulları gelişmemiş bir kabiledir.
Prof. Taha Bakır diyor ki; meşhur Süleyman Tapınağı, bir Kenan tapınağının planına göre yapılmıştır. Hatta Ur şelim deki (Kudüs) kral sarayları içinde aynı şey geçerlidir.
Heykel kelimesinide Yahudiler Kenanicede ki “heyakıl” kelimesinden almışlardır.
SON GÖRÜŞLER: 

İşin tuhaf tarafı, yabancı yazarların çoğunun  arkeolojik kitabelerle Tevrat metinleri arasındaki benzerlik söz konusu olduğunda, ikincisinin birincisinden kopya edildiğini itiraf etmek yerine, lafı ağızlarında dolandırıp arkeolojik tabletlerin Tevrat’ta anlatılanları teyit ettiğini belirtmeleridir. Bu tür sözleriyle güya Tevrat’ın eski olduğunu, arkeolojik tabletlerin onu teyit ettiğini ifade etmek istiyormuş gibi görünüyorlar.
Son  arkeolojik verilere göre İbrahim peygamber günümüzden 4000 sene önce dünyaya gelmiştir. Bazı Arap tarihçilerin İbrahim Peygamberin yaşadığı yüz yıl konusunda mutabakata vardıkları tarih budur. Örneğin Mesudi, İbrahim Peygamberle Musa’nın Mısır’dan çıkışı arasında 657 yıllık bir zaman dilimi olduğunu kaydetmektedir. Musa’nın Mısır’dan çıkış tarihini Mö 13.yüzyıl olarak belirlediklerine göre, Mesudi’nin verdiği bu tarih, İbrahim Peygamberin Mö 19. olarak belirlediklerine göre, Mesudi’nin verdiği bu tarih, İbrahim Peygamberin Mö 19.yüz yılda yaşadığını gösteren verilerle bütünüyle örtüşmektedir. Yine tarihçilere göre İbrahim Peygamberin doğum yeri Irak’tı. Ama doğduğu şehir ihtilaflıdır. Kimilerine göre Keldani’lerin UR;  kimilerine göre ise URUK şehridir.
İBRAHİM PEYGAMBER:

UR şehrinden, Harran’a giderken Fırat’ın sağ sahilindeki yolu kullanır. İbrahim, ilk önce I.Babil sülalesini ve meşhur Hammurabi’yi çıkaran Amorilerin başkenti “Mari” şehrine uğradı. Oradan Harran’a geçti. Buradan Şam’a, oradan da Filistin’e hareket etti. Mısır’a giderken kullandığı yol ise Medyani ve Kayni’lerin yaşadığı  Sina Yarımadası çölünden geçiyordu. İbrahim Peygamber bunca uzun mesafeyi Arap kabileleri iskan ettiği bölgelerden Arap Yarımadasının şehir ve köylerini katederek geçmiştir… Ama tarihin kaydettiği bütün bu olaylar daha Museviler yokken 700 sene önce olmuştur. İbrahim Peygamberin göçü hayali değil, gerçektir. Arkeologların ortaya çıkardıkları eski tarihi kitabelerden İbrahim’in göçü şüphe edilmeyecek derecede gerçek olduğu anlaşılmıştır.
J.B.Philby, arkeolojik kazılar neticesinde Babil’de ele geçirdikleri bu kitabelerde, Babil Sami sülalesini oluşturan  üç kralın Güneyli Samilerin bir kesimi tam yüz sene idare ettikleri, tehvit inancını benimseyip hayata geçirmeye çalıştıkları. Fakat putperestler 3.kralı tahttan indirip sürdükleri anlatılmaktadır. Bu kral Filstin’e giden İbrahim’dir. Bu üç kralın adlarının tek tanrıyla bağlantılı  Sami Arapları adları olduğunu J.B.Philby belirtmektedir.
Babil Bölgesinde ki yapılan kazılarda, Abraham adının, bazı tabletlerde  “abarama ve abam rama” şeklinde geçtiğini ortaya koymuştur. Ayrıca Hebron civarında “Abram mezrası”denilen bir mezradan bahsedilmektedir. Bir de Asor Haddon dönemine ait Asuri tabletlerinde de Abramva veya Abram adı geçmektedir.
Irak’ın güneyinde ki Larsa şehrinde ele geçen Hammurabi dönemine ait bir kitabede, şahit” Ahoba b. İsmail”” adlı bir kişinin adı geçmektedir. Mari’de de İbrahim peygamberin kardeşinin adı olan “Nahor” adlı bir şehir ortaya çıkarılmış.
İBRAHİM PEYGAMBER ZAMANINDA, MISIR’DAKİ YAHUDİLER NEREDEYDİ?
Araplar ve Fransız tarihçiler arasında dolaşan şayialara göre, bir grup Yahudi İbrahim Peygamberle birlikte Irak’tan Filistin’e göç etmiştir. İşin tuhaf yanı, Irak’tan muhacereti sırasında İbrahim peygambere refakat eden Yahudilerin sayısını bile vermekte, böylece Yahudileri İbrahim’in doğum yeri olan Irak’a bağlamakta. Bu iddialardan biride “İbrahim, İsraillilerin başında Filistin’e  göç etmiştir diyen prof. Ahmet Zeki el-Bedivi’dir. Daha kötüsü, Irak Kültür ve Enformasyon Bakanlığın arşivine dayanarak  Filistin’le ilgili bir bültenin ikinci baskısında İbrahim ve ailesi MÖ 1806 yılında Irak’ın Ur şehrinden göç etti. Bu göç sırasında  ona katılan Yahudilerin sayısı azdı. Yüksek Arap komitesi üyesi prof. Emil el-Gori’de  aynı şeyi tekrarlamıştır. Arap yazarlar bu görüşlerini yabancı kaynaklara dayandırdıkları şüphesiz. Halbuki bunların büyük bir çoğunluğu tarihi olaylar kronolojisini göz önünde bulundurmayan Yahudi kaynaklarıdır. Daha önce Tevrat yazarlarının, Yahudi tarihi, Yahudilerin henüz var olmadıkları bir döneme, İbrahim Peygamber dönemine bağlama yolunu açmak için kronolojiyi kasten görmezlikten geldiklerine işaret etmiştir.
Mesela M.I.Soloff’un  “Yahudi Halkı Nasıl Gelişti” adlı eserinde, Yahudilerin MÖ 4000 yılında İbrahim peygamberin önderliğinde  Mezopotamya’dan Filistin’e  geldikleri  ve sayılarının o yıllarda dört bin kişi civarında olduğu belirtilmektedir. Bu tez tarihi gerçeklerle hiç ilgisi olmayan saçmalık. Ama ne yazık ki pek çok Arap yazar bu çarpıtmayı benimsemiştir. Soloff’un kitabı şu anda Yahudi tarihi Amerika’da okutulmaktadır. Hiçbir tarihçide, araştırmacıda  bu uyduruk iddiaları çürütmeyi aklının ucundan bile geçirmemiştir.
ŞİMDİ HER ARAŞTIRMACININ  ŞU SORUYU SORMA HAKKI VARDIR:
Kendisine Yahudi adı veren bir topluluk tarihte henüz bilinmezken, ondan yaklaşık 1300 yıl önce yaşıyan İbrahim peygamber nasıl Yahudi olabilir. Ayrıca , Miladi 4000 yıl önce Yahudi halkı neredeydi?. Özellikle Yahudi adı bu tarihten 2300 yıl sonra ortaya çıkmışken ve bizzat İbrahim Peygamber dahi yine bu tarihten en az 2000 yıl sonra dünyaya gelmişken, Yahudi halkı neredeydi.
Bir Başka Soru: Yahudi kelimesinin çıktığı Yahuda henüz yaratılmamışken veya Yakup(İsrail) dünyaya gelmemişken, İbrahim peygamber nasıl Yahudilere önderlik edebilir. Doğrudur; Irak’ta Yahudiler  olmuştur, ama Nabukad Nasar zamanında esir olarak getirilmişler. Bu olay İbrahim peygamber zamanından 1300 sene sonra olmuştur. Yani İbrahim zamanında Irak’ta Yahudilerin ne kendileri vardı, ne de adları. Çünkü henüz böyle bir halk yoktu.
Bazı araştırmacılar, Yahudilerin Tevrat ve Talmud hikayelerini dini ve siyasi sebeplerle Araplar arasında kasıtlı olarak yaydılar. Örneğin bilim adamı  Welfensan, şöyle der: Bu Yahudilerin bilinen metotlarındandır. Onlar, bir halka sevgi gösterisinde kendilerinin bir çıkarı olacağı kanaatine vardıklarında, siz bizim kardeşlerimizsiniz; siz ve biz ikiz kardeşleriz, derler. İşte Yahudiler o günlerden ta İslamın zuhuruna kadar, Arapları bir atanın evlatları olduğu görüşüne kanıktırmaya çalışıyorlar.  Sonuçta Arapların bilmedikleri yalan ve maskelerle bu uyduruk görüşlerini yaymayı başardılar.
İBRAHİM (a.s) Bir  kere  İbrahim peygamberin doğum yeri Irak’tan göçü  Mö 19.yüzyıl dı.   Musa Cemaatinin ortaya çıkışından 700 sene önce gerçekleşmiş.
Bir kere ,İbrahim’in göç etmesinin en önemli sebebi ve amacı var. Tevhit inancına çağırdığı ve putperest vatandaşları arasında vahdaniyet propagandası yaptığı için, o dönemki din adamlarının baskısı sonucu Irak’ı terketmek zorunda kalmıştı.
Musa cemaatinin “çıkış” adıyla bilinen göçü Mö 13.yüz yılda olmuştur. Tevrat bu konuda Musa’ya iftira atarak, güya Tanrı Yahve’nin Yahudi tanrısının ona, halkını dört bir yana dağıtarak, yerlerini Yahudiler alsın diye yaşlıları, kadınları ve çocukları ülke toprakları dışına sürerek, Filistini vadedilmiş toprakları işgal etmeyi emrettiğini belirtmektedir.
Merhum yazar Abbas Mahmut el Akkad, “Peygamberlerin Babası” isimli eserinde İbrahim soyunun başlattığı nebevi davetlerin Arap halkları ve Sami milletler dışındakilerle bir benzeri yoktur. Muhammed bu davete son noktayı koymuş ve tamamlayıcı olarak gelmiş. İnsanlar karşılaştırmak dil bilim metodu henüz bilmedikleri için, nebevi davetleri tek bir köke, Sami Arap sülalesine bağlanmıştır. İbrahim, Arap Yarımadası sorunlarıyla, Arapların durumları, liderleri ve gelenekleriyle iç içe olan göçebe bir kabilenin reisidir. Onun İsrailli olduğu söylenemez. Çünkü İsrail kelimesi ilk kullanıldığında İbrahim’in torunu Yakub’a verilmiştir. Ona da Yahudi denilemez. Çünkü Yahudilik Yakub’un oğullarından IV.Yahuda’ya bağlanmıştır. Ona Habiru denilemez. Çünkü Habiru diliyle kastedilen şey, semitik diller arasında sadece  Sami bir grubun anladığı  bir dil.  Habiru kelimesi Şam bozkırlarında göçebe halde yaşıyan büyük bir kabileler grubunun genel adıydı ve bu kabilelerin gençleri paralı askerlik yaparlardı. Gerek çivi yazılı ve gerekse hiyeroglif tabletlerde kelime bu anlamda kullanılmıştır. Ve kelimenin kullanıldığı sıralarda Yahudiler henüz mevcut değildi.
İbrahim’in konuştuğu dili; Mezopotamya ve Kenan bölgesinin tüm sakinleri anlıyorlardı.
İbrahim’in Sam ve b. Nuh’un soyundan geldiği için Sami olduğu söylenir ama bu ilişki sadece şecere yönündendir ve ırkçı bir bağlantı değildir. İbrahim peygamberin konuştuğu dilin aslı araştırılmak isteniyorsa, en doğrusu onu  Arapçaya bağlamaktır. Çünkü Arap Yarımadasıyla bereketli hilal yöresi arasında kullanılan dil Arapçaydı.
SABA KRALLIĞI:

Evsan ve Hadramut krallıklarının varisi olan ve Yemen coğrafyasında olan Arap devleti, Büyük Yemen’in temsilcisidir.
Sabalıların adı Asur tabletlerinde  geçmektedir. Tevrat’ta Saba’dan bahsetmekte; bazen Sabalıları Ham’ın, bazen Hamoğlu  Kuş’un soyundan göstermekte, bazende Samilerin dini saymakta.  Sabalıların adı Yunan ve Romalı yazarların eserlerinden başka, Kur’ın-ı Kerim’de  ve Arim Selleriyle ilgili haberlerde de geçmektedir. Sabalıların özgeçmişine gelince bazılarına göre muhtemelen Arabistan’ın Kuzey Cof bölgesinde yaşıyan kabilelerdendi. Mö 8.yy da ülkelerini terkederek Arabistan’ın güneyine göç ettiler.
SAMİ Mİ,ARAP MI?
Nuh oğlu Sam’ın soyundan geldiğini iddia eden halklara sami denilmektedir. Söz konusu  bu cümleyi ilk defa 1781 yılında Avusturya’lı bilim adamı Schlotzer kullanmıştı. Misal Kenanlılar  Filistinin erken asıl sakinleri  Sami Araplardan olduklarını gayet iyi biliyorlardı. Sami kelimesi bir soya işaret eder. Bazı araştırmalar sami  adlandırmasında bir hata olduğunu farketmiş ve Arap sözcüğünün tarihi ve bilimsel gerçekle daha fazla uyuştuğu kanaatine varmışlar. Aram adı eskiden beri  Babil ve Asur tabletlerinde geçmekte. Daha sonra  Persler, Yunanlılar ve Romalılar. MÖ.I.bin yılından den itibaren Arap Yarımadası sakinlerine Arap demişler.
“Eski ve yeni bilim adamları” pek çok halkın ve dilin doğduğu bir yere  Arap Adası veya Arap Yarımadası adını verirken, yerleşim yerlerinin, dillerinin, ağız veya kabilelerin çokluğunu ve Arap sözcüğünün ortaya çıkışı tarihini göz önünde bulundurmadıklarına göre, sanırım bizde, hem dil ve hemde lengüistik kök yakınlığı ve mekan birliği faktörlerini göz önünde bulundurarak artık samice kelimesi yerine arapça kelimesini kullanabiliriz ve hatta kullanmalıyız.
Samice ister Yemende ister Yarımadanın başka bir yerinde veya Irak’ta ortaya çıkmış olsun, buraların tamamı Arapların adasının bir parçasıdır. Bu bölgede  yaşıyan halkın kültürü Arap kültürü, kullandığı dil Arapçadır ve yeryüzünde canlılığını koruyan en geniş sami dilidir. Eski ve yeni semitik diller grubunun en büyük temsilcisidir.
Bir çok Fransız tarihçi Arap ve Samilerin aynı şey olduğu görüşündedir. Misal Spenger, Asuri, Babilli,Fenikeli, İbrani, Edomlu ve benzeri gibi Arap Yarımadasında yaşarken kuraklık ve hayat şartlarının zorlaşması sebebiyle yurtlarını terkederek daha bereketli yerlere göç etmek zorunda kalan ve sami ırkına mensup bulunan halkların tamamını Arap olarak görmektedir.
ALFABENİN MUCİDİ ARAPLAR.
Bilim adamları, insan aklının medeniyetin gelişimi yolunda  yaptığı, en büyük buluşun alfabenin icadı olduğu görüşündedir. Akılla tek tanrı inancına uzlaşma ve tek Allah’a  tapınma dahi ondan sonra gelmektedir. Her iki konuda da öncelik, çok  eskilerde Arap Yarımadasından göç ederek Bereketli Hilale yerleşen Arapların sahip olduğu kültüre aittir. İttifakla kabul edilmiştir ki alfabe harflerini ilk icat eden ve yazıda kullananlar Kenanilerdir. Onlardan Fenikeliler almış. Feniklelilerden de Mö.850-750 yılları arasında Greklere ve Latinlere geçmiştir. Misal: Alfabe Yunancada dahi “Elifbe”  (Alfabet) adıyla bilinir. Yunanlılar alfabedeki harflerin sırasını bozmamış, Fenikelilerden aldıkları şekilde muhafaza etmiş ve yine Fenikeliler gibi soldan sağa doğru yazmışlar.
Fenikeli ve Kenanlı aynı adın değişik isimlerindendir. Alfabenin ortaya çıkışını inceleyen dil bilimcilerin çoğu, ilk ve eski alfabenin Fenike alfabesi olduğu , onlarında bunu Mısır Hiyeroglif yazısından faydalanarak geliştirdikleri görüşündeler. Hatta Mısır yazısıyla bağlantılı harflerle yazılmış bir kitabe bulunmuş. Fenike alfabesinden çok daha önce tarihi ait olan kitabe. Sina Yarımadasında Sarabit el-Hadim” adlı yerde ele geçmiş. MÖ.1850 yılına aittir. Kitabeye göre Tur-ı Sina kitabesi veya Tur-u Sina Alfabesi adı verilmiştir. Bu basit kitabe, erken Kenan bölge diliyle yazılmış ve hiyeroglifle alfabe arasında ki bir geçiş halkası olarak kabul edilmekte. Daha sonra Sina’da aynı harflerle yazılmış başka kitabelerde başka kitabelerde bulundu. Bunların tamamı eski Kenan diliyle yazılmıştı. Prof. Diringer, alfabenin Filistin ve Suriye’de icad edildiğini; burasının Mezopotamya ile Mısır medeniyeti arasında bir bağlantı noktası olduğunu belirtmektedir. Alfabenin ortaya çıkışında ve gelişmesinde İbranicenin hiçbir rolü yoktur. Zaten doğrudan Arabça kökenli Kenan alfabesinden kopya edilen alfabeler arasında dahi değildir.
E:\tarihte arap ve yahudiler\muzaffer_0005.jpgE:\tarihte arap ve yahudiler\muzaffer_0001.jpgE:\tarihte arap ve yahudiler\muzaffer_0002.jpgE:\tarihte arap ve yahudiler\muzaffer_0003.jpg-----------------------------------------------------------------E:\tarihte arap ve yahudiler\muzaffer_0004.jpg
ANTİK DÖNEMLERDE ARAP VE YAHUDİLER:
ETRÜSKLER: Dr.Maruf ed-Devalibi, Beyrut Edebiyatı dergisinin 1974 nisan sayısında,Fransız arkeoloğu H- de Baraton “ Batı bölgemizde ve Fransız kökenimizde Erüskler adında kitap yayınladığını, eserinde Etrüsklerin Suriyeli Fenikelilerin bir kolu olduğunu belirterek, kendilerinde Filistin adında bir şehir bulunduğunu kaydetmekte ve Etrüskün eski Mısır dilinde  “Nil Denizcisi” anlamına geldiğini, Filistinlilerinde asker ve muharip olduklarını söylemektedir.
FENİKELİLERİN BİLİME KATKILARI:  

Fenikeliler, bilimin yayılmasına  ve Avrupa’ya taşınmasına katkıda bulunmuş. Örneğin Zenon isimli Fenikeli Mö.336 ‘da  Kıbrıs’ta doğmuş, Mö.334 de Atina’ya göç etmiş. MÖ 300 de”Cumhuriyet”adlı eserini yazmış.
Bir diğeri  Sur’lu Hadrianus’tur. Hadrianus tapınağı şimdiki Balıkesir, Edremit’tedir.
HERODOT’un anlattığına göre Mısır kralı Mö.609-593 de bir grup Fenike’liyi  Afrikaya gönderir ve böylece Libya’da keşfedilmiş olur. Neticede , önce Asuriler, arkasından Yunanlılar, kültür, medeniyet ve ilimde pek çok şeyi Babil ve Fenikelilerden almışlar.
KENAN-FENİKE DİNİ:

Mısır, Babil ve Yunan kültürünün etkisine rağmen, Kenanlılarda en büyük tanrı, Supreme God anlamı “EL” di. Tevrat’ta geçen “EL” in aynısı. Yakup ona Allah demiştir.
Örneğin: Kena kralı Melki Sedek, Ur şelim (Kudüs) kralına  “Yüce Allah’ın adına konuşmuştur. Demek ki  Kenanlıların düşüncesindeki yüce Tanrı, göklerin ve yer
Örneğin: Kenan kralı Melki Sedek, Ur şelim (Kudüs) kralına  “Yüce Allah’ın adına konuşmuştur, demek ki  Kenanlıların düşüncesindeki yüce Tanrı, göklerin ve yeryüzünün sahibiydi.
Museviler Kenan’a girdiklerinde, orada tevhit inancını savunan BALAM adındaki peygamberin önderliğinde yaşıyan bir Kenan kabilesi vardı. Bu Peygamber tüm Kenan elinde yüksek bir ruhani mevkiye sahipti  Bu yüzden Kenan, Moab ve Medyan büyükleri peygamberleri  Balam’a müracaat ederek  ülkelerine hücum etmelerinin önlenmesi için Musa’nın kavmine lanet etmesini istemişler. Fakat Tanrı ona bu isteği yerine getirmemesini istemiş. Bu hadise Kenanlılarda tek tanrıcılık(tevhid) inancının bilindiğini göstermekte. Tanrı “EL” adı Fenike kitabelerinde “İolaos” şeklinde geçer. Tanrı “EL” Aramilerde yüce mevkie sahipti. Hatta “EL” adı kral adlarının sonuna getirilmiştir. Misal: Arami kralları arasında sayılan “Matta-el” Arbat kralıydı ve Asuri  Baal (efendi), Araplarda efendi karşılığı adı “EL” dir.  
Kral Nerari, ayrıca Mö.1785 ve 1580 yıl arasında Mısırda hükümran olan Heksoslar tanrı “EL” adını kutsal sayarak bazı kralların adlarına ilave etmişler. Mesela krallardan birinin adı “Yakup-el” di. Bunun anlamı “Tanrı-El Yakub’u korusun” demekti. Aynı şekilde Yusuf-el adında bir yer  ismide geçmektedir. Yüce Tanrı manasına gelen “EL” kelimesinin Arap-Kenan orjinli olduğu, Saba ve Ma’in krallarının çoğunun Tanrıya duydukları saygıdan dolayı  adlarının sonuna “EL” takısı almalarından anlaşılmaktadır.
Prof. Cemili, “El” takısı, Arapça orijinli bir kelimedir ve çok eskilerden beri değişik Arap lehçelerinde tanrı anlamında kullanılmaktadır. Rab veya İlah manasındaki sözcük, değişik eski Arap lehçelerinde Ma’in, Saba, Babil, Arami, Kenan, Sina ve İbrani lehçeleri vardır. Ve bugünkü Arapçadaki ilah veya Allah kelimeside bu kökten gelmektedir.
Kitab-ı Mukaddes sözlüğü, “EL” kelimesinin Samice göstererek anlamının Akkadçada genel olarak tanrı, Ugaritçede ise  “tanrıların babası” olduğunu belirtir.
Kenanlılar, putperest Sami halkların en üstün dinlerini dahi etkileme konusunda genel olarak diğer halklardan ilerdedirler. Kenanlıların dini etkileri bilim sanat konusundaki etkilerinden az değildir.
Dr.Welfenson şöyle der, “Kenanlılar o yıllarda medeni halk olduğu için putperest. Sami halkların dinlerini etkilemiş. Dolayısıyla Babil dinleri onlardan etkilenmiş. Aramiler, İsrailliler ve Araplar da bu etkiden nasiplerini almışlar. Kenanlıların inançlarına göre, tanrı “EL” in Asire adında ana tanrıça ve aynı zamanda  deniz tanrıçası olan bir hanımı vardı. Bereket ve yağmur tanrısı “Baal” onun çocuklarından. Tevrat’ta  adları geçen ve Yahudilerin imandan çıkarak tapıp  secde ettikleri Baal ve Balam da odur. Baal’ın  Arat adında tanrıça bir kız kardeşi vardı. Kenan kitabelerinde tanrı Marduk’un Babilliler yanında yer almasıyla başlayan çekişmeyi hatırlatan şeyler vardır.
Eski Mısır Metinlerinde KENAN ELİ:
Kenan eli; Doğu ile Batı arasında ticaret dünyasında coğrafi konumundaki öneminin dışında, stratejik açıdan da önemli ülke idi.
Mısır, Kenan eliyle ilişki kuran ilk devlet olduğu, MÖ.2700’ler den kalan bir kitabede bahsetmektedir. Bir de  Mö.2350 de bir kitabede, Kenan eline yapılan Mısır saldırılarından bahseder. Sonuç kısaca Mö.19.yüzyıl da tüm Kenan elini hakimiyeti altına almıştı.
Kenan eli, Fenikenin kuzeyinde ki Ugarit’te  ele geçirilen Mö.II.Bin yılın 2.yarısının başlarına ait tabletler, eski Kenan elini inceleyen en eski güvenilir kaynak olarak kabul edilmiş. Ugarit’te başta Akkadça, Hurrice ve Hattice olmak üzere, Ugaritçenin dışında bir dille yazılan pek çok tablet bulunmuş.
Örneğin Mö.14.yüzyıl da Babil, Asur ve Hatti kaynaklarında Kenanlıların Musa’nın Filistin’e saldırısından önceki tarihleriyle ilgili sayısız belge bulacaktır. MS 1933 ten sonra Fransızların Tell Hariri’de yaptıkları kazılar, Mezopotamya medeniyetinin tarih öncesine, Sümer heykellerinin ve İştar tapınağının Mö 3.Bin yılında ki  sülalelere ait izlerini ortaya çıkarmıştır. Ayrıca MÖ 20.yüzyıla ait, eski Babil zamanından kalma 300 odalı, 15 dönüm ölçekli  geniş salonlu büyük saray ve merdivenli bir kule bulunmuştur. Araştırma ve kazılarda Ele geçen tablet sayısı 240 Bin dir.
Tanrılar vasıtasıyla suya tapınma kültü doğuda  en eski zamanlardan beri vardı. Samiler Irak’ta  Su tanrısı Ay’a taparak, Dicle ve Fırat’ı kutsal bir sembol kabul etmişler Mesela: Mısırlılar Nil’i tanrılaştırarak ona Osiris adını vermiş.

HZ.İBRAHİM ARAMİ ASILLI:

Kenanlı ve Amoriler göçünün ardından Sami Arap göç dalgaları bereketli Hilal bölgelerine gelmeye başladılar. Bunlardan biride Nuh oğlu Sam oğlu Aram’dan ötürü Aramiler denilen gruptu. Büyük ihtimal Kur’an’da geçen İREM kelimesi de onların adının bir türevidir.
Tevrat’ta Aram kelimesi birkaç yerleşim birimi veya kabile , yahut yüksek tepe adıyla birlikte kullanılmıştır. Aram en- Nehreyn, Dimaşk, Aram Feddan vs bunlar arasında özellikle iki nehir arasında ki topraklar anlamına gelen Irak’ın kuzey kesimleri, dar anlamıyla Fırat’ın yukarısında  bir çayın adı olan şimdiki Harran ile Fırat nehri arasındaki bölge kastedilmektedir. Bu deyimi Yunancaya ilk çeviren Mö 202-120 tarihinde yaşamış Yunanlı tarihçi Polybiu’tur. Ve onu Mezopotamya ile karşılamıştır ki, günümüzde Radifeyn vadisi denilen, yani Irak’ın tamamını içine alan bölgedir. Daha sonra  Asuriler bu bölgede yaşıyan topluluklara Aram adını verdiler. Aramiler, Mö 3.bin yılın sonlarında orta Fırat bölgesine yerleşmiş, daha sonra Arap Yarımadasının kuzeyine sarkmış; kendilerine has dil ve kültürleri burada gelişmiş, haliyle bölgedeki Amoriler ve Kenanlılardan ve çevredeki medeniyetlerden ve özelliklede Mezopotamya ve Hatti medeniyetinden çok şeyi ödünç almış, ama kendi dil ve lehçelerinide muhafaza etmiş.
Dr.Hitti, Suriye Tarihi isimli eserinde; Aramileri orta Fırat (Harran ve civari) a yerleşmiş ve tarihlerini MÖ II.bin yıl öncesine bağlamış.
Prof. Taha Bakır ise “Eski Medeniyetler Tarihine Giriş” adlı çalışmasında, Aram halkı Harran bölgesine Mö.II.bin yılları ortalarında Harran’da olduklarnı göstermekte. Ancak İbrahim peygamberin Arami kabilelerine mensup olduğunu belgelemekte. Oğlu İshak’a kız bulmak için Harran’a adam gönderdiği rivayetlerini göz önüne alırsak. Aramilerin Mö.19.yüz yılda Harran bölgesinde bulundukları sonucuna ulaşırız. Çünkü 1900-1850 yılları arasında bölgede bulunmuşlardır. Bu araştırmada Dr.Hitti’yi doğrulamaktadır.
Aramilerin Orta Fırat ve Harran çevresinde  Mö.II.binli yıllardan önce bulunduklarını gösteren bir başka delil de, Aram adının Akkat kralı Naramsin dönemine ait( Mö 23.yüzyıl) çivi yazılı bir kitabede Ara-am şeklinde geçmesi, daha sonra Irak’ın güneyindeki Asnona krallığı yakınlarındaki Aram isimli bir site devleti veya şehirden bahseden başka kitabede yer almasıdır.
Diringer ise, Aramilerin Tevrat ve çivi yazılı kitabelerde  sözü edilen üçüncü Sami göçüyle ilişkili ana kollarından oldukları görüşünde. Aram, halklar listesinde Aramilerin atası olarak gösterilmekte. Bir başka yerde ise onun İbrahim peygamberin iki kardeşinden Nahor’un torunu olduğu kaydedilmekte, Yakub’un kaybetmiş bir Arami, anası ve karılarınında  aynı soydan oldukları belirtilmektedir. Ayrıca Mö15.yüz yıla ait Tell- Amarna mektuplarında da, Ahlamu, yani Mö 12.yüz yıl belgelerindeki Arami’nin müttefikleri olduklarından bahsedilmekte. Bunların adı Asur kaynaklarında ise “ Aromu” ve Aramu” ve çoğul olarak ta “Arimi” şeklinde geçmektedir.
TARİHİ KRONOLOJİYE GÖRE, HEM İBRAHİM’LE  YAKUB DÖNEMLERİNİ, HEMDE MUSA İLE YAHUDİ ADININ DAYANDIRILDIĞI YAHUDA DEVLETİ DÖNEMLERİNİ BİRBİRİNDEN AYIRMAK ZORUNDAYIZ:
           
Çünkü Kur’an onları üç değişik adla zikretmek suretiyle yaşadıkları devirleri birbirinden ayırmaktadır. İbrahim Peygamber, MÖ 19.yüzyılda yaşamış. O’nun döneminde tüm Arap Yarımadasında ve yakın Doğuda yaşıyan insanların tek bir dili vardı. O da ana dilleri Kenanca, Aramice,İbranice v.s ye ayrılmadan önce tek bir dil konuşuyorlardı. İşte İbrahim Peygamberin mensup olduğu  Arami aşiretlerinin dili de , ana dile çok yakın olan ve Kenanlılarca kullanılan dildi.
Torunu da  Yakub’da büyük ihtimalle  Kenance konuşuyordu. Soy itibariyle aynı soydandı. Yakub’un oğullarına gelince, çok büyük ihtimalle en azından babaları zamanında  Kenanca konuşuyorlardı. İbrahim ve torunu Yakub’un yaşadığı devri I.dönem olarak adlandırmak lazım. İbrahim ve torunları tek tanrı inancına bağlıydılar. Bu dönem, Yakub  ailesiyle birlikte Mısır’a göçerek, Tevrat’ın anlattığına göre Yusuf’a katılmasıyla sona ermiştir. Yakup ve oğulları, Mısırlılar arasında tamamen eriyip gitmiştir. Çünkü vatanından ayrılarak başka yabancı ülkeye giden ve o ülkede 600 sene yaşıyan bir ailenin , çevresiyle kaynaşarak bütünüyle eriyip gitmemesi düşünülemez.
Kısaca göç dalgası putperestlerin baskı ve takibatları yüzünden ülkelerini bırakıp Kenan iline göç etmek zorunda kalmışlardı. Kur’an’da adı geçen “kavmi Musa” da ancak bunlar olabilir. Dillerinin Kopt dili olduğu ve Musa’nında  bu dille konuştuğu şüphesiz. Bilim adamları, Musa adının  Mısırca bir isim olduğunu; İmparatorluk dönemi patriklerinin bu isimi kullandıklarını belirtmektedirler. Örneğin: Ahmmes veya Ah Musa, Ramses yahut Ra Musa gibi. Bundan başka ülkenin başkentin en yüce kahinin adı da Pitah Musaydı. Tevrat’a göre Musa şeriatı ona Sina Dağında inmişti. Kavmi metaldan yapılan buzağıya taptığı için Musa taş levhaları kırdı. Arkasından Allah onu elleriyle yeniden yazmıştır. Halbuki üzeri şeriatın yazıldığı iki taş levhada ortadan kaybolmuş ve varlık aleminden çekilmiş. Bize göre çok  büyük ihtimal bu iki taş levha kopt diliyle yazılıydı. Çünkü Musa kavminin dili koptcaydı. Musa’nın saraydayken iyi bildiği  yazı hiyeroglif resim yazısıydı. Elimizde Allah’ın Musa’ya indirdiği şeriatın Mısır orjinli olduğu, Akhenaton’un savunduğu prensipler üzerine bina edildiği konusunda delillerimiz var. Gerçek Tevrat’ta budur. Dolayısıyla Musa’dan 800 sene sonra rabbilerinin kaleme aldığı Tevrattan farklıydı. Musa Tevrat’ının iki levhası meselesi Mö 11.yüzyıl da Musa kavmiyle Filistinliler arasında çıkan ve Filistinlilerin zaferiyle sonuçlanan  savaş haberlerinde de geçmiştir.
KAYIP ON KABİLE VE NESTURİ HRISTİYANLAR: 

Asurlular, tekrar bir araya gelmesinler ve eski yurtlarına dönmesinler diye . İsrail ve Yahudileri krallıklarında ki  esirleri Asur İmparatorluğu sınırları içinde kalan Irak, Türkiye ve İran’ın izole dağlık bölgelerine dağıtmış. Böylece onların yerlerine çeşitli bölgelerden insanlar getirerek yerleştirmiş. Böylece Filistin ve Irak’ta Yahudilerle ilgili iz bırakmamışlar. Bu dağlık bölgelere yerleştirilen Yahudiler  tarım ve hayvancılıkla uğraşarak yerli halkları taklit etmişler. O bölgedeki aşiret reislerine vergi ödemeye başladılar. Şimdi Kürdistan denilen bölgeye sürgün edilmeleri üzerinden 2800 sene geçmiş olmasına rağmen Yahudiler kendi aralarında ana dilleriyle, yani sürgün öncesi konuştukları Batı Arami lehçesiyle konuşmaktadırlar.
Siyonistler, şimdi de Kürt Yahudiler denilen bu insanları bir şekilde İsrail’e alıp götürme gayreti içindeler. Bu insanlar tarım ve hayvancılıkta daha iyiler. Birde hala eski dinlerine bağlılar, fikir olarakta Arap davasını benimsemeleri veya onların yanında yer almaları tehlikeside yok. Şu anda bu insanların ana dilleri Aramiceden sonraki ikinci dilleri Kürtçedir. Siyonistler Kürt Yahudileri  denilen bu insanların tamamını Irak hükümetiyle anlaşarak Irak’tan alıp İsrail’e götürdüler. Bilim adamları, bu Kürt Yahudilerle yaptıkları görüşmelere istinaden, onların kendilerini Asuriler tarafından esir edilip sürülen Yahudilerin torunları olarak kabul ettiklerini belirtmektedirler. Miladi 12.yüzyılda İmadiye’ye yolculuk yapan Benyamin Tatili şöyle diyor: Orada yaklaşık 25 bin Yahudi yaşıyor. Bunlar Madi toprakları sınırlarına yakın olan Huftiyan Dağlarında  yüzden fazla yerleşim birimlerinde dağınık halde yaşarlar. Bu Yahudiler Asuri kralı Salmanasar’ın esir alıp sürdüğü ilk neslin bakiyelerindendir. Tercum diliyle anlaşıyorlar. Aralarında büyük alimler var. Burdaki Yahudiler cizye öderler. Benyamin Tatili, Hemadan’dan 40 mil uzaklıkta Nehavend Kasabası için şöyle der:  Nehavend Kasabasında Müslüman olmayan topluluk yaşar. Bu topluluğun üyeleri Sarp Dağlarına çekilmiştir ve Haşşaşilerin şeyhine bağlıdırlar. Aralarında 4000 kadar Yahudi var. Onlar gibi dağlarda yaşar, savaş ve akınlarda  onların yanında yer alırlar. Kimse onlarla boy ölçüşemezler.
Birde birkaç yılını Kürdistan bölgesinde geçiren Türkiye, Irak ve İran’da Kürtlerin yaşadıkları yerlerde dolaşan Amerikan misyoner Dr. Grant, Kürdistan Yahudilerinin çoğunun , Asurilerin esir alıp sürdükleri insanların torunları, Hırıstiyanlığın ortaya çıkışıyla birlikte İsa’ya inandıkları ve Aziz Nestor’a veya kabilevi adlarına  nisbetle  Nesturiler olarak tanındıkları sonucuna varmıştır. Dr.Grant Tıp doktoru olduğu için tehlikeli bölgede rahat dolaşmış. Urmiye kentinde hırıstiyan köylerine okullar açmış. Ve birde kızlar için okul açmış. Nesturi hırıstiyanların dillerinden Süryani Aramicesi öğrenmiş. Bu arada Kürtçeyide öğrendi. Dr. Grant karısı ve çocuklarıyla 6 sene yaşadı.
Dicle nehrinin Habur’a yakın Gülamerk kasabasında oturan patrikle ilişkileri sayesinde, bölgede yaşıyan Nesturileri, Asurluların esir ederek Tevrat’ta adı geçen bu uzak yerlere, Halah,Habur,Kozan nehri ve Madi şehrine alıp getirdikleri kaybolmuş On Kabilenin torunları oldukları sonucuna vardı.
Irak, İran ve Türkiye’deki Kürtlerin yaşadıkları bu bölgenin ortasında  Nasibin(Nusaybin) şehri yer almaktadır.
Dr. Grand’a göre bu insanlar, bu tenha dağlık bölgelere  Asurlular tarafından sürüldüklerinde  Yahudi idiler. Bilahare yaklaşık 700 sene sonra Mesih (İsa) ortaya çıkınca, onun öğretilerini din olarak kabul ettiler.
Hz. İsa’nın ölümünden sonra Havariler on kabilenin bu bölgelerde olduğunu biliyorlardı. Ve daha önceden onlarla temasları vardı. Bu hrıstiyanlaşan Yahudiler, bölgede gezinen Yahudilerin dilini, adetlerini, dini törenlerini ve dillerini aynen muhafaza ettiler. Eski adet, gelenek ve dillerini koruyan bu Yahudiler, onlar arasında  küçük azınlıktı ve Hrıstiyanlaşmamıştı.
Dr.Grant, Nesturilerin ruhani  başkanı  Marsemon’un elinde Nesturilerin on kabilenin torunları olduğunu teyid eden 700 senelik Süryanice bir el yazması gördüğünü kaydetmekte.
Babil Yahudilerinin Tarihi eserinin sahibi Dr.Neusner, Dr. Grant’ın Nesturilerin aslında Asurilerin Kürtistan bölgesine sürdükleri  Yahudiler olduğu, İsa (a.s) ın peygamber oluşundan sonra hırıstiyanlaştıkları şeklinde görüşü ile birlikte devam ediyor yine, Dr. Neusner “Putperestlerin Yahudilere karşı yaptıkları her taşkınlık  “rabbiniler” onları beklenen  Mesih’le oyalıyor, onun gelip Yahudileri  çektikleri acılardan kurtaracağını, kölelikten azad  (serbest ) edeceğini ve onları tüm dünyanın hakim yapacağını söylüyorlardı.
Hrıstiyan tarihçiler ve eski tarikat kitapları  Doğudaki ilk Hrıstiyan cemaatların tanassur etmiş Yahudilerden teşekkül ettiği İsa Mesih’in şakirtlerinden Aday ve Meray’ın onu ölümünden bir süre sonra Hrıstiyan propagandası yaptıkları biliniyor.
Adiabene ‘nin başkenti Erbil’de ilk piskopos, Mar Aday tarafından bu şekilde Hrıstiyanlaştırılan Yahudilerden atanmıştı.
Aday ve Meray’dan sonra Hrıstiyanlığı yayma görevini yine tanassur etmiş Yahudiler arasından çıkmış piskoposlar üstlendiler.
Miladı 104-312 yıllar arası Erbil piskoposluk kürsüsünde on piskopos olarak görev alanların isimleri şöyle. Bunlar aslen Yahudi. İsimleri, Bafida, Şemşon, İshak, İbrahim, Nuh, Habil, Abid, Meşiha, Hiran, Şahluba.
Doğuda Hrıstiyanlık Miladın II ve III.yüz yıllarda Adiabene bölgesinde tanassur etmiş Yahudi piskoposlar aracılığıyla Yahudiler arasında yayılmış.
Böylece İsa’dan önce 700 sene boyunca Yahudi, ondan sonra ise yaklaşık 1800 sene Hrıstiyan olarak yaşadılar. Aynı dönemde Babil’deki  esir kardeşleri ve Filistin’deki Yahudiler, Perslerden  ve Romalılardan çok çekiyorlardı. Kayn: Tarihte Arap ve Yahudi, Dr.Ahmet Susa.